İslam Akidesi
  CEHALET MAZERET Mİ
 

İSLAM HUKUKU AÇISINDAN CEHALET KAVRAMI

1-Giriş:

Son zamanlarda tartışılan en önemli konulardan bir tanesi de “İslam Hukuku Açısından Cehalet Kavramı” ve buna paralel olarak hüccetin (delilin) ikame edilmesi konuları olmuştur. Öyle ki, yerden mantar türer gibi “Cehalet Özürdür”, “Tekfirin Fitnelerinden Kaçış”, “Kadı Değil Davetçiyiz” isimli kitaplar türemiş, sanki tek bir kalemden çıkıyormuş gibi yazarlar aynı şeyleri tekrar edip durmuşlardır. Bu yazılan eserlerde konu ile ilgili olup olmadığına bakılmaksızın bir çok ayeti kerime ve sahih hadisler tahrif edilmiş, sanki vahyi esasların tüm ayrıntıları ile mevcut olduğu böyle bir dönemde, Allah’ın dininden habersiz olmak, cehaleten de olsa Allah’a şirk koşmak mazeretmiş gibi gösterilmeye çalışılmış, Allah’ın dini adına sahih tek bir kelime dahi bilmeyen, yaşamları boyunca hayatlarının her alanında, Allah’a şirk koşan kimseler cehaletleri sebebiyle mazur görülmüş, Allah’ın dinini din edinmeyen bu kimseleri içinde bulundukları durumdan dolayı tekfir eden, kafir ve müşrik kabul eden davetçiler ise harici, tekfirci, fitneci olarak isimlendirilmiştir. Selef alimlerine ait sözler tamamen mecrasından kaydırılmış, (Allah kendilerinden razı olsun) ehli ilmin hayatları boyunca kastetmeyecekleri şeyler Allah’tan korkmadan onlara atfedilmiştir. Sanki selef uleması risaletin son bulduğu, Muhammed (s.a.v)’in getirdiği dinin apaçık ve berrak bir şekilde aramızda olduğu böyle bir dönemde, dinin aslından, tevhidin esaslarından, dinde zorunlu olarak bilinmesi gereken hallerden habersizce, şirk içerisinde sürdürülen bir yaşantıyı, fertlerin cehaletlerinden dolayı mazur görüyorlarmış gibi lanse edilmeye çalışılmıştır. “Artık durum öyle bir hale gelmiştir ki, bu kimselere göre kişi manasını bilmese, gereğiyle amel etmese de, şirkten soyutlanıp onu terk etmese bile sadece kelime-i şehadeti söylemesi sonucunda Müslüman olur. İşte bu kısır düşünceden dolayı bugün yeryüzünde şirk ve müşrik fırtınası esmeye başlamıştır. Doğal olarak cehalet de her tarafı kaplamıştır. İlim, özellikle de her şeyin özü olan tevhid ilmi neredeyse ortadan kalkmış gibidir. Bu yanlış düşünceden şu kanaat hasıl olmuştur: Sanki cehalet ilimden daha hayırlıdır. Çünkü buna göre şehadet kelimelerini telaffuz eden kimse bunu söyledikten sonra, onu söz ve amelleriyle yalanlasa da, kabirlere tapınsa da, bolluk ve sıkıntı anında ölülere sığınsa da, onları, Allah’ı sever gibi sevse de, tağutların hükmünü Allah’ın hükmüne tercih etse de bununla sorumlu değildir. Çünkü o cahildir. Bu cehaleti sebebiyle de mazurludur. Şayet bu cehalet ve şirki üzere ölecek olursa artık er veya geç cennet ehli olacak bir Müslüman’dır. Fakat bu kişiye delil sunulur, hüccet ikame edilir ve ilim sahibi olarak cehaleti ortadan kaldırılırsa işte bu kişi, söz gelimi yukarıda ki şirklerden arınmaz ise o kafirlerden olur. Şayet bu hal üzere ölürse cennete girmesi haram olur. (O halde en doğrusu bu kimseyi uyarmamaktır. Zira cehalet onun için daha hayırlıdır.) Bilindiği gibi insanların çoğu kötülüklerden arınma noktasında emir ve yasaklara uymamaktadırlar.”[1]

Şehadet isimli dergimizin bu sayısında böyle bir konuyu ele almamızın sebebi ise, yukarıda ismini zikrettiğimiz kitapların bir kısmının Türkçe’ye tercüme edilmesi ile konu etrafında bir karmaşanın oluşmasıdır. Bizi arayan bir çok okuyucumuz, idaresi altında yaşamaya mahkum edildiğimiz Demokratik Kemalist sistemin idarecilerini ve bu sisteme itaat eden cahil halk yığınlarını tekfir ettiğimiz için bizi haricilikle, tekfircilikle itham etmişler, kendilerine hücceti ikame etmediğimiz, yani açık bir şekilde uyarmadığımız, İslam dinini tüm detayları ile izah etmediğimiz kimseleri mazur görmemiz, tekfir etmemiz gerektiğini bizlere hatırlatmışlar ve yukarıda ismini zikrettiğimiz kitaplardan deliller getirmeye kalkışmışlardır.

İster istemez bu noktada gelen itirazlara bir cevap vermek ve konuyu aydınlatma adına hak olan gerçekleri hatırlatmak da bizlere düşen bir görevdir.

Elbette İslam hukuku açısından cehalet kavramı gibi önemli bir konu, bir derginin sayfaları altında ele alınacak bir konu değildir. Zira konu en detaylı bir hali ile incelenmeye başlandığı zaman, bir çok farklı durum karşımıza çıkacaktır. Zira cahil olan kişinin konumu ve hakkında bilgiye ulaşılamayan, kendisinden cahil olunan mesele de cehaletin mazeret teşkil edip etmediği hususunda büyük önem arzetmektedir. Örneğin, vahyi esasların hakim olduğu bir toplumda ki cehalet ile, vahyi esasların canlılığını yitirdiği bir toplumda var olan cehalet elbette farklıdır. Ve yine İslam akıdesinin temel meseleleri ile, fer’i meseleleri hakkında meydana gelen cehalette farklıdır. Allah’ın izni ile bu konu etrafında detaylı bir çalışmamız pek yakında yayınlarımız arasında yer alacak, bir taraftan konu bütün detayları ile ele alınırken, diğer taraftan bu konu etrafında saray mollaları tarafından ortaya atılan şüpheler giderilecek, yapılan tahrifatlar okuyucularımıza aktarılacaktır.

Biz bu yazımızda ise kısaca bazı şüpheleri gidermeye çalışacağız. Acaba La İlahe İllallah kelimesi etrafında yahut ta Allahü Teala’nın biricik ilah ve rabb olarak belirlenmesinde, yalnız Allah’a ibadet etme ve O’na asla şirk koşmama gibi İslam dininin aslını oluşturan temel meselelerde var olan cehalet bir mazeret olarak görülebilir mi? Tüm detayları ile kendisine tebliği sunulmayan fertler ya da toplumlar işledikleri şirk amelleri sebebi ile müşrik ve kafir olarak isimlendirilebilir mi? Daha açık bir ifade ile günümüz Türkiye’sinde yaşayan fertler ve toplumlar varolan büyük bir cehalet sonucu yaptıkları şirk ve küfür fiilleri sebebi ile kafir ve müşrik olarak isimlendirilebilirler mi? Ve yine aynı şekilde içinde yaşadığımız toplumun fertlerine La İlahe İllallah’ı, bir diğer ifade ile İslam dininin aslını en açık hali ile anlatmadan bu fert ya da toplumlara işledikleri şirk amelleri sebebiyle kafir ve müşrik ismi verilebilir mi? Allah’ın izni ile biz bu yazımızda bu noktaları açıklamaya ve bu noktalarda var olan şüphelere cevap vermeye çalışacağız. Hiç şüphesiz gayret bizden tevfik ise alemlerin rabbi olan Allahü Teala’dandır.

1- Kulların Sorumlulukları Güçleri Nispetindedir:

Allahü Teala insanı yaratmış ve ona bir takım yükümlülükler yüklemiştir. Kullar ise Allahü Teala tarafından kendilerini yüklenilen görevleri hakkıyla yerine getirmek zorundadırlar. Alemlerin rabbi olan Allahü Teala adaletinin bir tecellisi olarak da kullarına asla zulmetmeyecek ve kullarını güçleri dışında bir yükümlülükle sorumlu tutmayacaktır.

“Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez.” (Bakara Suresi: 2/286)

“O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun…” (Tegabuun suresi: 64/16)

İbn-i Kesir Bakara Suresi’nde adı geçen ayet üzerine şöyle demektedir:

“Allahü Teala bir kimseye gücünün üzerinde bir yükümlülük yüklememiştir. Bu Allah’ın kullarına karşı büyük bir lutfu ve ihsanıdır.”[2]

Allahü Teala yine adaleti gereği kullarına rasuller göndermiş, gönderdiği bu rasuller aracılığı ile sorumluluklarını insanoğluna tek tek bildirmiştir.

“Andolsun ki biz her ümmete, ‘Allah'a ibadet edin ve putlara tapmaktan sakının’ diye bir peygamber gönderdik. Allah, bu ümmetlerden bir kısmına hidayet etti, bir kısmına da sapıklık hak olmuştur. Şimdi yer yüzünde bir gezip dolaşın da bakın ki, peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu bir görün?” (Nahl Suresi: 16/36)

Bununla beraber, bir rasulun daveti kendisine ulaşmamış, diğer bir değimle fetret dönemi denilen bir zamanda yaşamış kimselere de adaleti gereği azap etmeyeceğini Allahü Teala bizlere apaçık bir şekilde bildirmiştir.

“Kim doğru yola gelirse sırf kendi iyiliği için gelir. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkar başkasının günah yükünü çekmez. Biz bir rasul göndermedikçe, hiç kimseye azab edecek değiliz” (İsra Suresi: 17/15)

Bu üç ayet bizlere Allahü Teala’nın adaleti gereği kullarına güçlerinin fevkinde bir sorumluluk yüklemeyeceğini, bu sebeple kıyamet günü kullarının her türlü mazeretini kaldırabilme adına her ümmete rasuller gönderdiğini ve bir rasul göndermeden de azap etmeyeceğini ortaya koymaktadır. Bu noktaya kadar fazlaca bir müşkilat yoktur. Burada asıl problem daha doğrusu ihtilaf İsra Suresi’nin yukarıda mealen verdiğimiz ayeti kerimesinde geçen “…bir rasul göndermedikçe…” ifadesi üzerinde oluşmaktadır. Burada ister istemez şu sorular kendiliğinden gündeme gelmektedir:

* Belirli bir zamanda ve belirli bir mekanda yaşayan kimselerin Allahü Teala tarafından sorumlu tutulabilmeleri için bizzat rasulun kendisinin o bölgede şahsen bulunması gerekli midir yoksa sadece bir rasulün tebliğinin ulaşması o bölge insanlarının sorumlu tutulması için yeterli midir?

* Rasullerin tebliği ile muhatap olmayan, bir rasulün davetinden uzakta yaşayan kimseler yaptıkları her fiilden dolayı mazur mudurlar? Ve bu mazuriyetin ölçüsü nedir?

* Rasullerin davetinden uzak bir bölgede yaşayan insanlar, açık bir şekilde Allah’a şirk koştukları zaman bu şirk fiilleri sebebiyle kendilerini müşrik olarak isimlendirmek bu ayet gereğince hatalı bir tavır mı olacaktır?

İsra Suresi’nin 15. ayeti ile ilgili açıklamaya geçmeden önce burada konu ile yakından ilgisi bulunan fetret dönemi insanlarının durumları hakkında kısaca bilgi vermekte fayda vardır. Zira kendilerine bir davetin ulaşmadığı kimseler ister istemez fetret ehli olmaktadırlar. O halde öncelikle bu nokta da, kısaca açıklamalarda bulunmakta fayda vardır.

2- Fetret Dönemi:

“Sukun bulmak, o zamana kadar yapılan çalışmanın kesintiye uğraması, baş parmak ile şehadet parmağı arasındaki uzaklık, iki muayyen zaman dilimi gibi manalara gelen fetret kelimesi, iki peygamber arasındaki kesinti süresi olarak kullanılmıştır.”[3] Vahyin kesilip iki peygamber arasındaki geçen süreye fetret dönemi denmekle birlikte genelde Peygamber Efendimiz ile Hz. İsa arasında geçen sürenin kastedildiği görüşü daha çok yaygındır. O hâlde fetret dönemi insanları iki peygamber arasında yaşamış olup, önceki peygamber kendilerine gönderilmemiş, sonradan gelen peygambere de kendileri yetişmemiş kimselerdir.

Abdulmun’im Mustafa Halime bu konu üzerinde şunları söylemektedir:

“Ehli fetret iki kısımdır. Birinci kısım kendilerine bir rasulün ulaşmadığı, rasullerin gönderilmesinin kesilmesi sebebiyle bizzat bir rasul tarafından tebliğe muhatap olmayan, bununla beraber kendilerine herhangi bir şekilde tebliğ ulaşan kimselerdir. Yani birinci kısımda bulunan fetret ehli kimselere bir rasul gelmemiştir. Ancak kendilerine bir rasulün tebliği her hangi bir şekilde ulaşmıştır. İkinci kısım ise kendilerine bir rasulün davetinin ulaşmadığı kimselerdir. Bu kimselere ne bir rasulün kendisi, ne de bir rasulün daveti ulaşmış değildir.”[4]

Allahü Teala şöyle buyurmaktadır:

“Ey kitap ehli! Peygamberlerin arasının kesildiği bir sırada (fetret döneminde) size Resulümüz geldi, gerçekleri açıklıyor ki, (yarın kıyamet gününde): ‘Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi’ demeyiniz. İşte müjdeleyici ve uyarıcı geldi. Allah, her şeye kadirdir.” (Maide Suresi: 5/19)

İbn-i Cerir Et’Taberi bu ayet hakkında şöyle demektedir:

“-Peygamberlerin arasının kesildiği bir sırada…- Burada fetret kopmak demektir. Yani, elçilerin arasının kesildiği bir dönemde size beyanda bulunacak elçimiz geldi.”[5]

Yine aynı ayet hakkında Kurtubi ve İbni Kesir tefsirlerinde, şunlar yer almaktadır:

“Şüphesiz Allah Muhammed (s.a.v)’i, elçilerinin arasının kesilmiş olduğu ve doğru yolun izlerinin kaybolduğu bir dönemde gönderdi. Üstelik bu dönemde dinler bozulmuş, putlara, ateş ve haça ibadet çoğalmıştı. Binaenaleyh bu nimet, olabilecek en iyi nimetti. İhtiyaç zaten umumi idi. Şüphesiz fesad, tuğyan ve cehalet bütün beldelere yayılmıştı. Din bütün yeryüzü halkı arasında karmakarışık olmuştu.“[6]

“Katade Hz. İsa (a.s) ile Hz. Muhammed (s.a.v)’in arasında altı yüz yıl geçtiğini söylemiştir. Mukatil, Dahhak ve Vehb bin Münebbih’de bu görüştedirler. İbn’i Sa’d, İbn-i Abbas’tan bu sürenin beşyüz altmış dokuz yıl olduğunu rivayet etmiştir. Kuşeyri ise bu geçen senelerin ancak sadık, güvenilir bir haberle sabit olabileceğini söylemiştir.”[7]

Elbette Muhammed (s.a.v)’in risaleti ile kendisinden önce gönderilen bir rasulün risaleti arasında geçen fetret döneminin kaç yıl olduğu ancak sadık, güvenilir bir haberle tespit edilebilir. Ancak gerçek olan şudur ki; Rasulullah (s.a.v) vahyin uzun bir süre kesintiye uğradığı bir dönemde gönderilmiştir. Zira bu durum sadık bir haberler yani vahiy ile sabittir.

3- Fetret Devrinde Yaşayan Kimselerin Sorumlulukları

Peki fetret dönemi insanlarının Allah katındaki durumları nedir?

Aslen bu soru bizleri fazlaca ilgilendirmemektedir. Zira kişilerin Allah katındaki sorumlulukları bizim için pek bir önem taşımamaktadır. Bizim için asıl önemli olan kulların yapmış oldukları fiillerden dolayı dünyadaki sorumluluklarıdır. Ancak bu mesele geçmişte alimler tarafından uzun uzadıya tartışılmıştır.

Mu'tezileye, Ehl-i Sünnet imamlarından Ebu Mansur Mâtûridî ve İmam Ebu Hanife’de dahil olmak üzere Irak’lı âlimlerinden bir çoğuna göre, kendilerine bir peygamber'in daveti ulaşmayan kimseler de Allâh'a iman ile mükelleftir. Allah'ı bilip O'na iman etmek onlar için farzdır. Hatta böyle bir dönemde yaşayan kimseler iman ve şirkten tamamıyla gâfil olsalar bile yine ahirette azaba uğrayacaklardır.

Ebu Mansur Mâtûridî, akaidin (inanç esaslarının) bütün peygamberler arasında müşterek olduğu için böyle bir konuda fetret olmadığını, fetretin yalnız ameli hükümlerde olduğunu, bunun içindir ki, fetret zamanında yaşayıp da aklı ile Allah'ın varlığını ve birliğini düşünüp O'na iman etmemiş kimselerin mü’min olmayacaklarını söylemiştir.

Beyazızade, İmam Ebu Hanife’nin itikadi görüşlerini topladığı El’Usul’ül Münife Li İmam Ebu Hanife isimli eserinde, fetret ehli ile ilgili olarak şunları kaydetmiştir:

“Allahü Teala Peygamber göndermemiş olsaydı dahi insanların kendi akılları ile onu bilmeleri gerekirdi. Hiç kimse, yaratıcısını bilmemekten dolayı mazur sayılamaz. Çünkü herkes gökleri, yeri ve kendisini kimin yarattığını sezecek yetenektedir. Bir kişi tevhid ilminin inceliklerinden bir şeyi anlamakta zorluk çekse, bir alime soruncaya kadar Allah katında doğru olan ne ise onun hak olduğuna inanması gerekir. Sormayı erteleyerek tereddüt içerisinde kalması caiz değildir. Zira daimi tereddüt küfürdür.”[8]

Bu alimler İsra Suresi’nde geçen “…bir rasul göndermedikçe azab etmeyiz…” ifadesini ise akıl vermedikçe şeklinde tevil etmektedirler. Zira “risaletin bile kabulü aklen sabittir” demektedirler. Ya da yukarıda da beyan ettiğimiz gibi sorumluluğu ameli hükümlere bağlamışlar, bir rasul tarafından uyarılmayan kimselerin ameli hükümler açısından sorumlu olmadıklarını, bununla birlikte itikadi hükümler açısından sorumlu olduklarını söylemişlerdir.

Bu noktada Eşariler ise, “kendisine dinin daveti ulaşmayan kimse iman etmeden ölse mazurludurlar. Ancak şirke bulaşmamış olmaları gerekir” demişlerdir.

Bu nokta iyice incelendiğinde bizden önce yaşayan alimlerin fetret dönemi insanları üzerinde ihtilafları 2 noktada toplanmaktadır.

* Fetret döneminde yaşayan bir kimsenin Allah’a iman etmekle sorumlu olup olmadığı.

* Fetret döneminde ölen bir kimsenin Allah’a iman etmemeleri sonucunda dünyada veya ahirette azap görüp görmeyeceği.

Diğer bir ifade ile geçmişte yapılan tartışmalar fetret dönemi insanlarının Allah katında azap edilip edilmeyeceği ve Allah’a iman etmekle sorumlu olup olmayacakları noktasındadır. Yoksa bu kimselerin bu dünyada işledikleri şirk fiilleri sebebiyle müşrik olarak isimlendirilip isimlendirilemeyecekleri ya da bu şirkleri sebebiyle dünyada mazur görülüp görülemeyecekleri pek de tartışılmamıştır. Zira bu noktalar Allah’ın kitabın da ve yine Rasulullah’ın haberlerinde tartışmaya yer vermeyecek şekilde açıktır. Ancak işin ilginç ve vahim boyutu şudur ki bugün bu ihtilafların ekseninde geçmişte meydana gelen ihtilaflar yer almamakta buna karşılık üzerinde ihtilaf etmeye dahi yer bırakmayacak bir şekilde ittifak edilmiş açık hususlar üzerinde tartışma yapılmakta, böylece konu sulandırılarak tamamen mecrasından kaydırılmaktadır.

Aslında bu konu gayet açık bir konudur. Zira son rasul Muhammed (s.a.v) tüm alemlere rahmet olarak gönderilmiş ve daveti de ilk günkü gibi açık ve nettir. Artık ne fetret ehli kalmış ne de fetret ehline dair hükümler kalmıştır. Bundan sonra kişiler her yaptıklarından hem dünya da hem de ahirette sorumludurlar. Eğer bir kişi bilerek veya bilmeyerek Allah’a şirk koşarsa bu kimseye dünyada kendisine müşriklere dair uygulanan hükümler uygulanır. Eğer bu kimse Allah’a tevbe etmeden ölürse kıyamet gününde de ebedi cehennemlik kimselerden olur. Meselenin bu kadar açık ve net olmasına rağmen bilhassa Allah’ın dinini sulandırmayı kendilerine meslek edinmiş bir takım kimseler, konu ile hiç alakası olmayan, geçmişteki ihtilafları gündeme getirip meseleyi girift bir hale sokmakta, insanların zihninde bugün için cehaletin mazeret olduğuna dair ya da açık bir şekilde kendilerine tebliğ yapılmadan insanlara müşrik denmeyeceğine dair şüphe tohumları oluşmaktadırlar. Bu şüphelerin giderilmesi de bu konu üzerinde bilgi sahibi olanlara elbette bir sorumluluk yüklemektedir.

Burada konu ile ilgili diğer bir mesele ise, fetret dönemi insanlarının diğer bir ifade ile kendilerine direk olarak hüccetin ikame edilmediği kimselerin işledikleri şirk fiilleri sebebiyle müşrik olarak isimlendirilip isimlendirilemeyeceğidir. Bir başka deyişle şirk vasfının hüccetin ikamesinden önce sabit olup olmadığı meselesidir.

4- Şirk vasfı Hüccetin İkame Edilmesinden Önce de Sabittir

Yukarıda da değindiğimiz gibi burada önemli olan fetret döneminde yaşayan kimselerin Allah katındaki durumlarından ziyade bu dünyadaki durumlarıdır. Yani bu kimseler fetret döneminde yaşamaları sebebi ile, ya da kendilerine bir peygamberin davetinin ulaşmaması sebebiyle Allah katında mazeretli olabilirler veya bu onlar için bir mazeret teşkil etmeyebilir. Bu nokta söylediğimiz gibi bizim için çok da önemli bir nokta değildir. Burada önemli olan ise, bu kimselere ait dünyada uygulanacak hüküm nedir? Yani kendisine bir davetin ulaşmadığı kimseler işlemiş oldukları şirk fiilleri sebebi ile müşrik sayılabilirler mi? Yoksa tevhidi bilmeseler ve Allah’a şirk de koşsalar dahi kendilerine davet ulaşmadığı için bu kimselere müşrik hükmünü vermek şer’an caiz midir yoksa caiz değil midir?

Bakınız Allahü Teala şöyle buyurmaktadır:

“Hep birlikte Allah'ın ipine (kitabına, dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O'nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz.” (Ali İmran Suresi: 3/103)

Bu ayeti kerime, Allah’ın nimeti sayesinde müslüman olan Evs ve Hazreç kabileleri hakkında nazil olmuştur. Bu iki kabile müslüman olmadan önce, 120 yıl birbirileri ile savaşmışlardır. Ancak İslam gelmiş, onun nimeti sayesinde kardeşler olarak hep birden İslam’a girmişleridir. Rasulullah’ın tebliğinden önce bu kimseler bizzat bir rasulün kendisi ile muhatap olmamışlar ve yine bu kimseler Maide Suresi’nin 19. ayetinde açık bir şekilde fetret ehli olarak isimlendirilmişlerdir. Rasulullah (s.a.v)’den önce kendilerinin bir rasul vasıtasıyla bizzat uyarılmamalarına ve yine fetret ehli kimseler olmalarına rağmen, bu kimseler ayette de belirtildiği üzere bir ateş çukurunun tam kıyı başında durmakta idiler. Elbette bir ateş çukuruna düşme tehlikeleri bizzat şirk ve küfür içinde olmaları sebebiyledir. Bakınız bu ayette geçen “…siz bir ateş çukurunun kenarında idiniz de…” ifadesi hakkında müfessirlerin yorumları şu şekildedir.

Alusi, İbn-i Abbas’tan şunu nakletmektedir:

“-Siz bir ateş çukurunun kenarında idiniz de…- Yani siz daha önce cehennemin tam kıyısında, bir çukurun yanı başında idiniz. Sizinle cehennem arasında ancak ölüm vardı.”[9]

Kurtubi, El’Mehdevi’den bu noktada şu ifadeyi nakletmektedir:

“Bu ifade onların küfürden çıkıp imana girişlerini anlatan temsili bir ifadedir.”[10]

Diğer müfessirler de aşağı yukarı bu ayeti kerime üzerinde aynı şeyleri söylemektedirler. Okuyoruz:

Kadı Beyzavi: “Küfrünüz sebebi ile cehennem ateşinin tam kenarında durmakta idiniz. Şayet bu hal üzere ölüm size ulaşsa idi ateşte olurdunuz.”[11]

İbn-i Cerir Et’Taberi: “Allah sizi İslam ile nimetlendirmeden, ihtilaflarınızı kardeşliğe dönüştürmeden önce sizler küfrünüz sebebiyle cehennemin tam kıyısında idiniz. Sizinle bu ateş çukuru arasında tek engel ölümdür. Küfrünüz sebebiyle her an başınıza gelebilecek bir ölüm o çukura düşmenize ve orada ebedi kalmanıza sebep olacaktır.”[12]

İbn-i Kesir: “Onlar küfürleri sebebiyle cehannem ateşinin kenarında idiler. Ancak Allahü Teala onları iman etmeleri sebebiyle kurtardı.”[13]

Fahreddin Er’Razi: “Şayet onlar küfürleri üzere ölmüş olsalardı, muhahkak ki cehenneme düşerlerdi. İşte böylece, kendisinden sonra ateşe düşmeleri beklenen o hayatları, çukurun tam kenarında oturmaya benzetilmektedir.”[14]

Yine İmam Şafi aynı konu hakkında şunları söylemektedir:

“Allahü Teala Muhammed (s.a.v) sayesinde onları kurtarmadan önce de, ayrı ayrı iken de, bir arada olduklarında da onlar kafir idiler. Onları bir araya getiren en büyük şey Allah’ı inkar etmek ve Allah’ın izin vermediği şeyleri ortaya atmak idi. Allah onların dediklerinden münezzehtir. Ondan başka ilah yoktur. Her şeyin rabbi ve yaratıcısı odur. Bunlardan yaşayanlar Allah’ın vasfettiği hal üzere yaşıyorlardı. Amel ve sözleriyle Allah’ın gazabını üzerlerine çekiyorlar ve O’na isyanda ileri gidiyorlardı. Onlardan ölenler ise Allah’ın onların sözlerini ve amellerini vasıflandırdığı gibi O’nun azabına uğruyorlardı.”[15]

Gerek ayetin metninden, gerek ayete dair müfessirlerden yaptığımız alıntılardan anlaşılan şudur ki; nebevi hüccet ikame edilmeden önce de insanlara şirk vasfı verilebilmektedir. Kişiler işledikleri şirk fiilleri sebebiyle müşrik olarak isimlendirilebilmektedir. Nebevi hüccetin ikame edilmemesi, şirk fiilleri işleyen kimselere müşrik vasfını vermemek için geçerli bir mazeret değildir. Dikkat edilirse müfessirlerin hemen hemen hepsi onların işledikleri fiiller sebebiyle kafir olduklarını açıkca belirtmişlerdir. İmam Şafi’nin yukarıda alıntıladığımız sözü bunu açıkca ortaya koymaktadır.

Nebevi hüccet ulaşmadan, bir kimsenin müşrik ve kafir olarak isimlendirilebileceğine dair bir başka ayeti kerime ise Beyyine Suresi’nin ilk ayetleridir. Allahü Teala şöyle buyurmaktadır:

“Kitap ehlinden ve müşriklerden inkar edenler, kendilerine açık delil gelinceye kadar inkârlarından ayrılacak değillerdi. (Bu delil), tertemiz sayfaları okuyan, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. O sayfalarda, en doğru hükümler vardır” (Beyine Suresi: 81/1-3)

Bu ayeti kerimede de açık bir şekilde görüleceği üzere Allahü Teala, gerek ehli kitabı, gerekse ehli kitap harici kimseleri kendisine şirk koşmaları sebebiyle, kendilerine nebevi hüccet gelmeden önce müşrik ve kafir vasfı ile vasıflandırmaktadır. Kendilerine gelecek hüccet ise Allah’ın ayetlerini okuyan Muhammed (s.a.v)’den başka kimse değildir.

Bu ayet üzerine müfessirlerin yorumları şu şekildedir:

İbn-i Teymiyye diyor ki: “Bu ayeti tefsir edenlerden birisi de Ebu’l Ferec İbn’ül Cevzi’dir. O diyor ki: ‘Bunun manası şudur: Onlara beyine gelinceye kadar –ki beyine burada elçi demektir- küfür ve şirklerinden vazgeçecek değillerdir.’ Bagavi’nin ifadesi ise buna yakındır. O bu ayeti şöyle tefsir etmektedir: ‘Yani onlara açık deliller gelinceye, başka bir ifade ile Muhammed (s.a.v) kendilerine Kur’an’la gelip dalalet ve cehaletlerini açıklayarak onları imana çağırıncaya ve dolayısı ile Allahü Teala’da onları dalalet ve cehaletten kurtarıncaya kadar inkârlarından ayrılacak değillerdir”[16]

Şevkani, bu ayeti kerime hakkında Vahidi’den şunları nakletmektedir:

“Allahü Teala, Muhammed (s.a.v) Kuran ile gelerek, içinde bulundukları sapıklık ve cehaleti açıklayıp onları imana davet edinceye kadar kafir ve müşriklerin küfürlerini bırakmayacaklarını haber vermektedir. Bu, Allahü Teala’nın rasulü vasıtasıyla kafir ve müşrikleri içinde bulundukları cehalet ve sapıklıktan kurtarma nimetinin açıklanmasıdır.”[17]

Yine Ebu’l Ala El’Mevdudi bu ayet hakkında şöyle demektedir:

“Yani onların bu küfür hallerinden çıkmaları için, apaçık bir delil ileri sürmekten ve içinde bulundukları küfrün her çeşidinin yanlışlığını delille ispat ederek anlatmaktan başka çıkar yol yoktur. Bunun anlamı, apaçık delil gösterildikten sonra hepsi küfürlerinden vazgeçecekler değildir.”[18]

“Bu ayet Muhammed (s.a.v)’in gönderilmesinden ve Kur’ani delillerin indirilişinden önce, şirk ve küfür vasfının insanlar için geçerli olduğuna gayet açıklıkla delalet etmektedir. Nitekim selefin ibarelerinde cehalet ve şirk sıfatları hep bir arada işlenmektedir.”[19]

Görüleceği üzere gerek zikrettiğimiz ayetler gerekse ayetlere ilişkin yapmış olduğumuz alıntılar Rasulullah’ın risaletinden önce (ki bu insanların fetret ehli olduğu Maide Suresi’nin 19. ayeti ile sabittir) Allah’a şirk koşan insanların müşrikler olduğuna ve bu kimselere şirk vasfının, müşrik isminin verilebileceğine açık bir şekilde delalet etmektedir. Bu durum onlar hakkında sabit olunca diğer insanlar hakkında da sabit olacaktır. O halde kim ki Allah’a şirk koşarak bir hayat sürdürürse, bu kimse müşrik olarak isimlendirilecek ve ona dünyada uygulanacak hüküm de ancak müşriklere uygulanacak hüküm olacaktır. Dikkat edilirse müfessirlerin hiç biri yukarıda ayeti kerime de kastedilen kimselerin islamdan önceki hallerinin küfür üzere olduğunu beyan etmekten uzak durmamışlardır. Bilakis onları, kendilerine tebliğ ulaşmamış fetret ehli kimseler olmalarına rağmen kafir olarak isimlendirmişlerdir. Ve yine selef uleması bu kimseleri kendilerine tebliğ ulaşmadı diye mazeretli görmeye kalkarak Allah’tan daha merhametli olma çabasına düşmemiştir. Bir kimseye tebliğin ulaşmaması, hüccetin ikame edilmemesi gibi durumlar bu kimsenin üzerinden ne şirk vasfını ne de müşrik sıfatını kaldırmamaktadır. Bir kimsenin şirk koşmasına rağmen müşrik olarak isimlendirilemeyeceği özel haller elbette vardır. Sarhoşluk hali, ikrah hali gibi haller bunlardandır. Ancak ne Allah’ın kitabında, ne Rasulullah’ın sünnetinde ne de (Allah kendilerinden razı olsun) selef ve halef ulemasının açıklamalarında “tebliğ ulaşmayan kimseye müşrik hükmü verilemez” diye bir kaide asla yer almamıştır.

Nebevi hüccet ulaşmadan bir kimsenin müşrik ve kafir olarak isimlendirilebileceğine dair bu iki ayeti kerimeyi verdikten sonra bu noktada gelen hadisi şerifleri ve bu hadislere dair şarihlerin yorumlarını da aktarmakta fayda vardır. Ancak burada çok da kısa olsa bir noktayı aydınlatmak istiyoruz. Acaba Rasulullah (s.a.v) risaletle şereflendirilmeden önce Mekke halkı gerek tebliğ ile muhatap olma açısından gerekse sosyal yaşantı açısından ne durumda idiler? Kısada olsa bu noktaya değinmekte fayda vardır.

Rasulullah’ın risaletinden önce gerek Mekkeliler, gerekse kitap ehli olan kimseler yakın bir dönemde direk bir Peygamberin daveti ile muhatap olmamışlarıdır. Nitekim Maide Suresi’nin 19. ayetine ilişkin müfessirlerden gelen nakiller Rasulullah ile bir önceki rasul arasında asgari 400 yıla yakın bir sürenin geçtiğini bildirmektedir. Bundan da ziyade Allahü Teala kitabında açık bir şekilde Mekkeli müşriklerin ve babalarının daha önce bir rasul tarafından uyarılmadıklarını beyan etmiştir. Okuyoruz:

“Yoksa onu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? Hayır, o senden önce kendilerine bir uyarıcı gelmemiş olan bir kavmi korkutman için, Rabbin tarafından gelen bir haktır. Gerek ki, hidayeti kabul ederler.” (Secde Suresi: 32/3)

“Babaları uyarılıp-korkutulmamış, böylece kendileri de gafil kalmış bir kavmi uyarıp-korkutman için (gönderildin).” (Yasin suresi: 36/6)

Görüleceği üzere bu iki ayeti kerime de Mekkeli müşriklerin Rasulullah’tan önce direk olarak bir peygamber vasıtası ile uyarılmadıkları ortadadır.

Cahiliyye dönemi olarak isimlendirilen bu dönem ile ilgili olarak İbn-i Teymiyye şunları söylemektedir:

Bilinmelidir ki, Cenab-ı Allah’ın Hz. Muhammed’i (s.a.v) insanlığa peygamber olarak gönderdiği sıralarda artık nesli kesilmeye yüz tutmuş bazı kitaplar dışında gerek Arap olanı gerekse Arap olmayanı ile bütün yeryüzü halkı Allahü Teala’nın sevgisinden yoksun kalmış, gazabını hak etmiş durumda idi. O gün insanlar başlıca şu iki kısma ayrılıyorlardı:

a- Belirli bir kitaba bağlı olanlar. Bağlandıkları bu kitap ya önemli değişikliklere uğratılarak aslından uzaklaştırılmış veya çok daha önce tümü ile yürürlükten kaldırılmış bir kitap idi. Bu kategoriye girenlerin diğer bir bölümü de kimi kısımları belirsiz ve kimi kısımları terkedilmiş bir takım dinlere inanıyorlardır.

b- İnsanlığın diğer bir ana kısmını da Arap olan ve olmayan, herhangi bir hidayet kaynağından tümü ile yoksun ümmiler meydana getiriyorlardı. Bunlar hoşlarına giden ve kendilerine yarar sağlayacaklarını zannettikleri nesnelere ibadet ediyorlardı… Hangi kategoriden olursa olsun insanların tümü koyu bir cehalet içerisinde yüzüyorlardı.

O dönemlerin bilgi ve amel yönünden en göze batan simalarının amacı, eski peygamberlerden artakalan kalan fakat şarlatanların ve uydurmacıların ihtirasları ile gölgelenmiş, üstelik doğruları yanlışlarına karışarak belirsiz hale gelmiş bilgi kırıntılarını toplamaktı. Öyle bir kırıntı ki, ne bir susuzu kandırabilir, ne bir hastaya şifa olabilir, ne de ilahi bir bilginin yerine doldurabilir. Çünkü elde edilebilirse bile sapık kısmının oranı gerçek kısmının oranından kat kat fazla idi. O da elde edilebilirse! Üstelik bu alanda uzmanları arasında derin görüş ayrılığı ve çatışmalar yüzünden elde edilebilen gerçek bilgi kırıntısını delil ve gerekçeye dayandırabilmek imkansızlığa yakın derece de zordu.”[20]

İbn-i Kesir’de aynı dönem hakkında şunları söylemektedir:

“Şüphesiz Allah Muhammed (s.a.v)’i elçilerinin arasının kesilmiş olduğu ve doğru yolun izlerinin kaybolduğu bir dönemde gönderdi. Üstelik bu dönemde dinler bozulmuş, putlara, ateş ve haça ibadet çoğalmıştı. Binaenaleyh bu nimet olabilecek en iyi nimetti. İhtiyaç zaten umumi idi. Şüphesiz fesad, tuğyan ve cehalet bütün beldelere yayılmıştı. Din bütün yeryüzü halkı arasında karmakarışık olmuştu.”[21]

Peki bütün bu koyu cehaletin hakim olduğu bir dönemde insanlar yaptıkları fiiller sebebiyle Allah katında sorumlu mudurlar yoksa içinde bulundukları cehalet onlardan sorumluluğu kaldırmakta mıdır? Ve yine bu koyu cehaletin varlığına rağmen bu kimseleri müşrik olarak isimlendirmek mümkün müdür?

Yukarıda mealen yazmış olduğumuz iki ayet (3/103,81/1-3) ve bu ayetlere dair müfessirlerin nakilleri net olarak böyle bir dönemde yaşayan kimselere müşrik isminin verilebileceğine, şirk vasfı ile vasıflandırılabileceklerine delalet etmektedir. O halde tevhidi esaslara ulaşma noktasında bu kimselerden çok daha iyi zaman ve mekanda olan fert ya da toplumların işledikleri şirk fiilleri sebebiyle, müşrik olarak isimlendirilmesi kanaatimizce vahyi esaslara aykırı bir amel olmayacaktır. Bilakis böyle kimselerden müşrik ismini çekmek ve bu kimseleri cehaletleri sebebiyle Müslüman olarak isimlendirmek kesinlikle vahiy ürünü bir düşünce tarzı olmayacaktır. Bununla beraber bugüne kadar hiçbir ehli ilim bu insanları yaptıkları fiilerden dolayı mazur görmemişler ve yine “cehaletleri sebebiyle bunlara müşrik hükmünü vermek caiz değildir” dememişlerdir. Fahreddin Er’Razi tefsirinde Rasulullah’ın kavminin kafir olduğu hususunda alimler arasında bir ihtilafın olmadığını söylemektedir.[22] Özellikle bir çok hadiste gelen açık ibareler de bu kimselerin sorumlu ve mes’ul olduklarını göstermektedir.

Hz. Aişe (r.anha) anlatıyor: Dedim ki

"Ey Allah'ın Resûlü, İbnu Cüd'an câhiliye devrinde sıla-i rahimde bulunur, fakirlere yedirirdi. O bundan fayda görecek mi?"

Resûlullah (s.a.v) şu cevabı verdi:

"(Hayır) iyiliklerin ona bir faydası olmayacaktır. Çünkü o bir gün bile -Ya Rabbi kıyamet günü günahlarımı bağışla- dememiştir."[23]

Bu hadisi şerifte bahsedilen İbn-i Cüd’an isimli şahıs cahiliyye devrinde yaşamış bir kimsedir. Çok iyilik yapan, fakirleri doyurmak, akrabalarını ziyaret etmek gibi hayırlı fiillerde bulunan bir kimse idi. Hz. Aişe’nin akrabası olduğu da gelen haberler arasındadır. Bu kişi böyle iyi hasletlere sahip olmasına ve özellikle yukarıda izah ettiğimiz gibi büyük bir cehaletin var olduğu bir zamanda yaşamasına rağmen yaptığı bu hayırlı ameller sebebiyle kurtulanlardan olmamış ve yine fetret döneminde, cehaletin yaygın olduğu bir dönemde yaşaması onu Allah katında mazeretli kılmamıştır. İbn-i Cüd’an isimli bu kimsenin ahirete iman etmemesi sebebiyle, yapmış olduğu salih amellerin hiç birisinin kendisine kıyamet gününde fayda vermeyeceğini bizzat Rasulullah (s.a.v) bizlere bildirmiştir. O’nun amellerinin fayda vermemesinin tek sebebi ise kafir olarak ölmesidir. Bakınız İmam Nevevi bu hadisi şerife dair yapmış olduğu açıklamaya “Kafir olarak ölen kimseye hiçbir amelinin fayda vermeyeceğinin delil” şeklinde anlamlı bir başlık atarak şöyle demiştir:

“Hadisi Şerif, kafir olarak ölen bir kimsenin akraba ziyareti yapmak, fakirleri doyurmak gibi hayırlı fiillerinin ahirette kendisine hiçbir fayda vermeyeceğini bildirmektedir.”[24]

İmam Nevevi’nin açık beyanında görüleceği üzere, Nevevi bu kimseye kafir ismini vermekte kendi adına hiçbir sakınca görmemektedir.

Yine bir başka hadsi şerifte şöyle buyrulmaktadır:

Hz Enes (r.a) anlatıyor: "Bir adam:

-Ey Allah'ın Resulü! Babam nerededir?" diye sormuştu.- Rasulullah (s.a.v):

-Cehennemde!- buyurdular. Adam (gitmek üzere) geri dönünce, Rasulullah (s.a.v) adamı çağırdı ve ona şöyle dedi:

-Muhakkak ki, benim babam da senin baban da ateşteler!-" [25]

Görüleceği üzere bu hadisi şerifte de cahiliyye devrinde yaşayan ve Allah’a şirk koşan bir kimsenin –ki bu kimse Rasulullah’ın babası dahi olsa- ebedi cehennemlik olduğu bildirilmektedir. Nitekim diğer bir hadisi şerifte ise Rasulullah’ın, anne ve babasına istiğfar etmek için Allah’tan izin istediği ama Allahü Teala’nın buna izin vermediği bildirilmektedir. Bu iki rivayet Rasulullah (s.a.v)’in risaletinden önce yaşayan, kendilerine direk bir tebliğin ulaşmadığı kimselerin, içinde yaşadıkları dönemin koyu bir cehalet dönemi olmasına rağmen şirk koşmaları sebebiyle mazur olmayacaklarını, Allah katında işlemiş oldukları bu şirk fiilleri sebebiyle sorumlu tutulacaklarını ve yine aynı şekilde tüm bunlara rağmen bu kimselerin müşrik olarak isimlendirilebileceğini bildirmektedir. Nitekim yukarıda da naklettiğimiz gibi Rasulullah (s.a.v)’den önce cahiliyye döneminde yaşayan putperestlerin müşrik oldukları hususunda ilim ehli arasında bir görüş ayrılığı mevcut değildir.

İmam Nevevi, Müslim şerhinde bu hadis üzerine yaptığı açıklaya “Kafir olarak ölen kimsenin cehennemde kalacağının, hiçbir şefaata nail olamayacağının, Allah’ın yakın kullarına akraba olmanın kendisine hiçbir fayda sağlamayacağın beyanı” başlığını vermiştir. Yine aynı hadis üzerinde İmam Nevevi Arablardan putlara ibadet hali üzere ölenlerin cehennem ehli olduklarını, bu kimselere Hz. İbrahim’in ve diğer rasullerin davetinin ulaştığını ve bu sebeple bu kimselerin kendilerine davet ulaşmadığı için sorumlu tutulmayacak kimselerden olmayacaklarını belirtmiştir.[26]

Bir başka hadisi şerifte ise şöyle buyrulmaktadır:

İyaz İbnu Hımar (radıyallahu anh) anlatıyor: Resulullah (s.a.v) buyurdular ki:

"Rabbim, bugün bana öğrettiği şeylerden bilmediklerinizi size öğretmemi emretti. (Ve buyurdu ki):

‘Benim bir kula verdiğim bir mal helaldir. Ben bütün kullarımı hanifler olarak yarattım. Ancak şeytanlar onlara gelip, (fıtrî) dinlerinden alıp götürdüler, kendilerine helal kıldığım şeyleri haram kıldılar. Kendisine bir güç vermediğim şeyi bana şirk koşmalarını emrettiler.’

Sonra Allah Teala arz ehline baktı ve Ehl-i Kitap'tan bir kısmı hariç onların Arap, acem hepsine öfkelendi ve dedi ki:

Ben seni imtihan etmek ve seninle de (başkasını) imtihan etmek üzere gönderdim. Sana, suyun yıkayıp (yok edemeyeceği) bir kitap gönderdim. Ta ki sen onu uyurken de uyanıkken de okuyasın!"

Yine bu hadisi şerifte Ehli kitabdan küçük bir topluluğun tevhid dini üzere olduklarını, onların dinlerini koruduklarını, ehli kitabın dışında kalan kimselerin ise Allah’ın öfkesini kendi üzerlerine çeken kimseler olduklarını sarahaten beyan etmektedir.

Burada şöyle bir soru akla gelmektedir. Acaba bu insanlar kendilerine bizzat bir rasul gönderilmemesine rağmen niçin yaptıkları fiiller sebebiyle hem dünya da hem de ahirette bu amellerinden sorumlu tutulmaktadırlar.

Bu noktada bir takım ihtilaf alimler arasında olmuştur. Ancak unutulmaması gerekir ki bu kimselerin dünyada ve ahirette sorumlu olmadıkları noktasında hiçbir ihtilaf yoktur. İhtilaf bu kimselerin sorumlu tutulmalarının sebebi üzerindedir.

Mu'tezile, Ehl-i Sünnet imamlarından Ebu Mansur Mâtûridî ve Irak'ın, İmam Ebu Hanife’de dahil olmak üzere âlimlerinden bir çoğuna göre zaten bu noktada bir cehalet mazeret değildir. Hiçbir peygamber gönderilmese dahi aklı selim herkes Allah’a iman etmekle yükümlüdür. Eş’ariler ise bu kimselerin fetret ehli olmalarına rağmen Allah’a iman etme noktasında mazur olduklarını ama şirk koşma noktasında mazur olmadıklarını beyan etmekteler ve bu kimselerin sorumluluğunu şirk koşmalarına bağlamaktadırlar. Alimlerin büyük bir kısmı ise fetret dönemini rasullerin arasının kesilmesi şeklinde değil de rasullerin uyarısının tamamen kesilmesi şeklinde algılamışlar “her ne kadar bu kimseler rasullerin arasının kesildiği bir fetret döneminde yaşamışlarsa da rasullerin tebliğinin tamamen kesildiği bir dönemde yaşamamışlardır” diyerek rasullerin uyarısının tamamen yok olmadığı böyle bir dönemde yaşayan kimseleri mazur görmemişlerdir.

Bu konu üzerinde Ebu’l Ala El’Mevdudi uzun uzadıya şu açıklamaları yapmıştır.

“Burada hemen cevaplandırılması gereken bir soru akla gelebilir. Şöyle ki: Rasûllullah'tan önceki yüzlerce yıl Arap toplumuna hiç peygamber gelmediğine göre, cahiliye çağları boyunca sapıklık içinde yaşamış insanlar hangi gerekçeyle hesaba çekileceklerdir? Onlar, kendilerini hata ve sapıklıktan koruyacak bir kılavuza sahip değildirler. Öyleyse, sapmış olmaları durumunda, bu sapıklıklarından ötürü nasıl mesul tutulacaklardı. Cevap şudur: Onlar hakikî inanca dair ayrıntılı bilgiden yoksun olabilirlerdi belki; fakat cahiliye dönemlerinde bu insanlar tevhîd inancından habersiz değildiler; çünkü hiçbir peygamber, takipçilerine putperestliği talim etmemişti. Bu hakikat Arapların kendi beldelerinde doğmuş olan peygamberlerden gelen rivayetlerde de ihtiva edilmekteydi; ayrıca kendi beldelerinin hemen bitişiğinde doğmuş bulunan Musa, Davud, Süleyman ve İsa'nın (a.s) öğretilerini de bilmekteydiler. Arap geleneklerinde de çok iyi bilinmekteydi ki, Arapların kadim dönemlerinde izlenen gerçek din, İbrahim'in diniydi ve puta tapmayı onlar arasında başlatan ilk adam Amr bin Luhayy idi. Şirk ve putperestliğin tüm yaygınlığına rağmen Arabistan'ın birtakım kesimlerinde Şirk'i reddedip, tevhid'i benimseyen ve putlara kurban sunmayı açıkça lânetleyen çok sayıda insan bulunuyordu. Bizzat Rasûlullah'ın (s.a.) zuhuruna yakın dönemde "Hunefa" (hanifler) olarak bilinen çok sayıda insan yaşamışlardır. (Mevdudi burada uzun hanif kimselerin ismini vermektedir.)

Bu insanlar açıkça itikadın temeli olarak tevhidi tebliğ ediyor ve müşriklerin dininden ayrı olduklarını söylüyorlardı. Apaçık ki, onlar bu kavrama, peygamberlerin talimatından geriye kalanlar aracılığıyla ulaşmışlardı. Dahası, Yemen'de modern arkeolojik araştırmaların sonucu olarak keşfedilmiş olan M.Ö. 4. ve 5. yüzyıllara ait metinler, o dönemlerde buralarda tek tanrıcı dinin varolduğunu ortaya sermektedir.

Bu dinin salikleri er-Rahman'ı ve Rabbü's-Semavati ve'l-Ard'ı (Göklerin ve yerin Rabbi) tek ilâh olarak kabul etmekteydiler. Bir mabedin harabeleri arasında M.Ö. 378 tarihli bir metin bulunmuş ve üzerinde o mabedin yalnızca "Göklerin İlâhı" ve "Göklerin Rabbi"ne ibadet için inşa edildiği kaydı tesbit edilmiştir. M.Ö. 465 tarihli bir diğerinde de tevhid doktrinine açıkça işaret eden kelimeler yer almaktadır. Aynı şekilde Kuzey Arabistan'da Fırat Nehri ile Kınnesrin arasındaki Zebed bölgesinde "Bism-ilâhu la izza illâ lehu, la şukra illâlehu" kelimelerini ihtiva eden M.Ö. 512 tarihli bir metin keşfedilmiştir. Tüm bunlar Rasûlullah'ın (s.a.v) gelişinden önce, geçmiş peygamberlerin getirdiği mesajın tümüyle unutulmadığını ve insana hiç değilse şu hakikatı hatırlatacak birçok vesilenin hâlâ mevcut bulunduğunu göstermektedir.”[27]

Aynı şekilde İmam Nevevi ve Kurtubi şunları söylemektedirler:

“Arablardan fetret döneminde öldükleri halde putlara ibadet eden kimseler ateş ehlidirler. Bu kimseler tebliğden önce sorumluluğun kendilerinden kaldırıldığı kimselerden değillerdir. Zira onlara Hz. İbrahim ve diğer peygamberlerin daveti ulaşmış idi.”[28]

“Diğer bir açıklamaya göre ise yüce Allah’ın hücceti onlara karşı kendilerinden önce gelmiş olan peygamberlerin uyarıp korkutması ile sabittir. Bizzat kendilerine bir peygamber gönderilmese dahi…”[29]

Bu noktaya dair Nasruddin El’Bani risaletten önce yaşayan arap müşriklerini, tamamen risaletin kesildiği bir dönemde yaşayan fetret ehli olarak görmenin yanlış olduğunu söyleyerek şöyle demektedir:

“Muhakkak ki Rasulullah (s.a.v)’den önce ölen cahiliyye ehli, şirk ve küfürleri sebebiyle azab göreceklerdir. Bazı müteahhir alimlerin düşüncesinin aksine onlar kendilerine herhangi bir nebinin davetinin ulaşmadığı fetret ehli kimseler değillerdi. Şayet böyle olsa idi bir azaba müstehak olmamaları gerekirdi.”[30]

Yeri gelmişken burada İsra suresi’nin 15. ayeti kerimesi ve buna paralel diğer ayeti kerimelerin üzerinde de durmakta fayda vardır.

Allahü Teala şöyle buyuruyor:

“Kim doğru yola gelirse sırf kendi iyiliği için gelir. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkar başkasının günah yükünü çekmez. Biz bir rasul göndermedikçe, hiç kimseye azab edecek değiliz” (İsra Suresi: 17/15)

“Peygamberleri müjdeciler ve azab habercileri olarak gönderdik ki, peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah mutlak üstündür, yegane hikmet sahibidir.” (Nisa suresi: 165)

“Az daha öfkeden çatlayacak. Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa, onun bekçileri onlara: "Size korkutucu bir peygamber gelmemiş miydi?" diye sorarlar. Derler: "Evet, bize uyarıcı geldi ama biz yalanladık ve Allah hiçbir şey indirmedi, siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz." dedik.” (Mülk suresi: 8-9)

Yukarıda da değindiğimiz gibi bugün ‘İslam Hukuku Açısından Cehalet Kavramı’ üzerine yapılan tartışmalarda da kendisinden en çok söz edilen ayetler mealini vermiş olduğumuz bu ayetlerdir. Bu ayetlerin koyduğu hükümler üzerinde alimler arasında yukarıda değindiğimiz bir takım ihtilaflar elbette olmuştur. Ancak bu ihtilaflar arasında asla ne selef ulemasından ne de müteahhirin alimlerden şu şekilde görüşler nakledilmemiştir.

* Kendilerine peygamber gönderilmeyen insanlar Allah’a ortak koşmaları sonucunda kendilerine bir rasul gönderilmemesi sebebiyle işlemiş oldukları bu şirk fiillerinden mazurdurlar.

* Kendilerine bir rasul gönderilmeyen kimselere işlemiş oldukları şirk fiilleri sebebiyle müşrik hükmünü vermek şer’an caiz değildir.

* Bir kimsenin bizzat rasulün tebliği ile yüz yüze kalmaması o kimseden sorumluluğu kaldırmaktadır.

Evet! Ne selef ulemasından ne de müteahhir alimlerden böyle bir görüş asla nakledilmiş değildir. Bilakis gerek Allah’ın kitabı gerek Rasulullah’tan gelen haberler ve gerekse selef ve müteahhirin ulemanın sözleri şu hususu açık bir şekilde ortaya koymaktadır: Fertlerin veya toplumların şayet bir rasulün davetine ve uyarısına ulaşma imkanları varsa bu kimseler her halükarda dünyada ve ahirette işledikleri fillerden sorumludurlar. Böyle kimseler şirk üzere ölecek olurlarsa ebedi cehennemde kalacaklardır. Dünyada ise işlemiş oldukları bu fiiller neticesinde kendilerine müşrik hükmü verilecektir. Hatta hiçbir şekilde bir uyarı ile muhatap olmayan kimseler dahi işledikleri şirk fiilleri sebebiyle müşrik vasfını alacaklardır. Nebevi hüccetin bir kimseye ulaşmaması kendisinden dünyada müşrik vasfını kaldırmamaktadır.

Ancak ne var ki bugün cehalet sevgisi kalplerini bürümüş kimseler, Allah’ın dininden habersiz bir şekilde hayat yaşamanın, Allah’a şirk koşarak hayat sürdürmenin, içinde bulunulan cehalet sebebi ile hem dünya da hem de ahirette kişiler için bir mazeret teşkil edeceğini söyleyerek bu ayetleri devamlı surette tekrar edip durmaktadırlar. Bugün cehalet yanlıları tarafından bu ayetler üzerinde geçmişte yapılmamış yorumlar ve hatta ayetlerde bahsedilmeyen konu ile alakasız görüşler Allah’tan zerre kadar korkmadan bu ayetlere dayandırılarak ortaya atılmıştır. İslam hukukunda cehaletin bir özür teşkil ettiğini iddia eden kimseler “Cehaletin özür olduğuna dair ayetler” isimli bir başlık altında hemen bu ayetleri zikretmişler ve ayetlere ilişkin müfessirlerin yorumlarını alıntılamışlardır. Ancak ne var ki ne söz konusu ayetler ne de bu ayetlere ilişkin müfessirlerden yapılan nakiller dinde bilinmesi zaruri olan meselelerde yani kişinin kendisi ile müslüman olacağı konularda bir cehaletin özür teşkil edebileceğini ima dahi etmektedir.

Bakınız İsra Suresi 15. ayetine ilişkin müfessirlerin yorumu ise şu şekildedir:

İbn-i Kesir: "Bu ayet Allahü Teala’nın adaletinden haber vermektedir. Allahü Teala rasul göndererek, hüccet ikame edilmeden kimseye azab etmeyecektir.”[31]

Kurtubi: “Bu buyruk –akıl bir şeyin güzel/çirkin veya mübah/yasak olduğuna hükmedebilir- diyen Mutezile’nin kanaatlerinin aksine, hükümlerin ancak şeriat ile sabit olduğuna delildir. Cumhur ulemanın kanatine göre yüce Allah bir ümmete risalet gönderip onları uyarıp korkutmadan önce o ümmeti helak etmez.”[32]

Alusi: “Yani –noksansız mükemmellik üzere mebni olan sünnetimiz ve ezeldeki takdirimizle rasul gönderip, hüccet ikame edip sapıklığı bertaraf, hidayeti gösterene kadar kimseye ne dünyada ne de ahirette asla azab etmeyeceğiz.”[33]

Şevkani: “Allahü Teala kullarına Rasuller gönderip onları uyarmadan, kitaplarını indirmeden onlara azab etmez, hücceti ikame etmeden onları sorumlu tutmaz. Bu ayetin zahiri Allahü Teala’nın dünyada ve ahirette rasuller vasıtası ile kullarını uyarmadığı sürece onlara azab etmeyeceğine işaret etmektedir.”[34]

Şankıti: “Kullarını cezaya çarptırmadan önce onları tüm mazeretlerini ortadan kaldırması, Allah tarafından insana yönelik bir rahmettir.”[35]

İbn-i Hazm: “Asıl olan şudur ki kafire rasulün uyarısı ulaşmadan bir azabın olması söz konusu değildir.”[36]

Seyyid Kutub: “Yüce Allah'ın rahmeti insanların fıtratlarını esas alarak, daha önce atalarının sulbünde iken, Ademoğullarından olma olduğu sözü gerekçe gösterip, onları sorumlu tutmaz. Ayrıca kâinatın sayfalarına, serpiştirdiği ayetlerle de yetinip onu sorumlu kabul etmez. (A'raf Suresi 172. ayetin tefsirine bakınız) Onlara o iki delile ilave olarak uyarıcı ve hatırlatıcı peygamberler göndermeyi gerekli görmüştür. Kullarını cezaya çarptırmadan önce onların tüm mazeretlerini ortadan kaldırması Allah tarafından insana yönelik bir rahmettir.”[37]

Mevdudi: “Bu, Kur'an tarafından zihinlere farklı şekillerde işlenen diğer bir ilkedir. Burada ilâhî adaletin uygulanmasında elçinin önemi vurgulanmaktadır. Çünkü ceza veya mükafaat elçinin getirdiği mesaja göre belirlenmektedir. Bu mesaj ilgili kişilerin lehinde veya aleyhinde bir delil olarak kullanılacaktır. Aksi takdirde insanların cezalandırılması adil olmaz. Çünkü bu durumda insanlar, doğru yola uymalarını gerektiren bilginin kendilerine ulaşmadığı, bu nedenle de cezalandırılmamaları gerektiği özrünü öne sürebilirler. Fakat elçinin daveti belirli bir topluluğa ulaştıktan ve onlar bu daveti reddettikten sonra onlar için hiç bir özür imkanı kalmayacaktır. Bazıları kendilerine sunulan daveti kabul etmek yerine, bu gibi ayetleri okuyarak sapıtırlar ve şöyle saçma sorular öne sürerler: "Hiç bir peygamberin tebliğini duymamış olanlar ne yapacaklar?" Bu tür insanlara verilecek en akıllıca cevap hüküm gününde kendilerinin ne halde olacağı sorusudur. Çünkü onlara elçinin tebliği ulaşmıştır. Diğer insanlara gelince, kimin daveti duyduğunu ve belirli bir kişinin ona karşı ne zaman, nasıl, ne dereceye kadar hangi tutumu takındığını en iyi Allah bilir. Kısacası bir kimsenin cezalandırılması için gerekli şartları hazırlayacak şekilde bir tebliğden haberdar olup olmadığını ancak Allah bilebilir.”[38]

Ayetlere ilişkin müfessirlerin yorumları açık bir şekilde göstermektedir ki, Allahü Teala kendisine hüccet ulaşmayan kimselere azab etmeyecektir. “Dikkat edilirse ayette –biz azab edici değiliz- denilmektedir. Yoksa –biz şirk ile hükmedici değiliz- denilmemektedir. Aksine selef alimleri şirke bulaşan herkesin ister nebevi hüccet bulunsun, ister nebevi hüccet bulunmasın müşrik olduğu hususunda icma etmiştir. Nitekim kendilerine risalet ve Kur’an ulaşmadan cahiliyye üzerinde ölen fetret ehlinin Müslüman olarak isimlendirilemeyeceği ve aynı şekilde onlara istiğfar edilmeyeceği hususunda icma vardır. Şüphesiz selef burada bu kimselerin azap görüp görmeyeceği hususunda ihtilaf etmiştir.”[39]

Hatırlanacağı üzere yazımızın girişinde fetret dönemi insanları hakkında bilgi vermeye başlamadan önce İsra Suresi 15. ayeti üzerinde kendiliğinden gündeme gelen bir takım sorulardan bahsetmiştik. Tüm bu yapılan açıklamalar neticesinde bu soruların cevabını kısaca vermekte fayda vardır.

* Bir bölgede yaşayan kimselerin mes’ul tutulabilmeleri için bizzat rasulun kendisinin o bölgede bulunması mı gerekir yoksa sadece bir rasulün tebliğinin ulaşması o bölge yaşayan insanlarının sorumlu tutulması için yeterli midir?

Bir bölgede yaşayan kimselerin mesul tutulabilmeleri için bizzat bir rasulün varlığı şart değildir. Böyle bir şart olsa idi Rasulullah’tan önce yaşayan cahiliyye ahalisi bizzat bir peygamberin kendisi ile muhatap olmadıkları için mazur olmaları gerekirdi. Ancak yukarıda yapılan izahlardan açıkca anlaşılmaktadır ki bu kimseler kendilerinden önce yaşamış peygamberlerin davetleri sayesinde doğru yolu bulabilecek konumda idiler. Her ne kadar koyu bir cehalet bataklığında yaşasalar da, tevhidin izleri neredeyse silinecek dahi olsa bu kimseler kendilerinden önce gönderilmiş bir rasulün tebliği sayesinde doğru yolu bulma imkanına sahiptiler. Şayet fertlerin ya da toplumların içinde bulundukları durumda cehaletlerini giderme imkanları varsa bir rasulun kendilerini bizzat uyarıp uyarmaması önemli değildir. Zira kişiler güçleri yettiğince her şeyden sorumludurlar. Bunun için tevhide dair bilgiye ulaşma imkanı olan herkes Allah’ı tevhid etmekle yükümlüdür. Bakınız bu noktada İbn-i Teymiyye şöyle demektedir:

“Özürlülük ancak giderilmesi mümkün olmayan durumlarda muteberdir. İnsan ne zaman doğru bilgiye ulaşma imkanı bulursa o zaman özürlü değildir.”[40]

* Rasulün tebliği ile muhatap olmayan, bir rasulün davetinden uzak yaşayan kimseler yaptıkları her fiilden dolayı mazur mudurlar? Ve bu mazuriyetin ölçüsü nedir?

Alimlerin bir kısmı gerek Allah’a iman etme noktasında, gerekse de O’na asla şirk koşmama noktasında böyle fetret ehli dahi olsa hiç kimsenin asla özürlü olamayacağını beyan ederlerken, diğer bir kısım alimler ise fetret döneminde dahi olsa Allah’a şirk koşan kimselerin hem dünya da hem de ahirette mes’ul olacağını söylemişlerdir. Bununla beraber hiçbir şekilde bir davetle muhatap olmayan ve bir tebliğe ulaşma imkanı olmayan kimselerin dünyada şirk koşmaları neticesinde müşrik olarak isimlendirileceklerini fakat Allah katında bir imtihana tabi tutulacaklarını söylemişlerdir.

“Kendisine her hangi bir şekilde tebliğin ulaşmadığı ve cehaleti sebebiyle üzerinde bulunduğu hali kaldırmaya asla imkan bulamayan kimselere ne bir cennet ne de ateş mevzu bahis değildir. Allahü Teala kıyamet gününde bu kimselere azap etmeyecektir. Bunlar hiçbir şey işitmeyen sağırlar, ahmaklar gibi sahih hadiste bildirildiği üzere kıyamet gününde imtihana tabi tutulacaklardır. Bununla beraber bu kimselerden azabın kaldırılması kendilerine dünyada kafir isminin verilmesine engel değildir”[41]

* Rasul’un davetinden uzak bir bölgede yaşayan insanlar açık bir şekilde Allah’a şirk koştukları zaman, bu şirk fiilleri sebebiyle kendilerini müşrik olarak isimlendirmek İsra suresi’nin 15. ayeti gereğince hatalı bir tavır mı olacaktır?

Böyle bir iddia ne kitapla ne de sünnetle sabit olan bir iddia değildir. Bir kimsenin müşrik olarak isimlendirilebilmesi için kendisine tebliğin ulaşması gerektiğine dair ne Allah’ın kitabında bir ayet, ne rasulün sünnetinde sahih bir hadis ne de selef ve halef alimlerinin sözlerinde bir nakil vardır. Böyle bir iddia ancak cehalet heveslisi kimseler tarafından ayetler ve hadisler sulandırılarak, tahrif ve tahrip edilerek ortaya atılan bir iddiadan başka bir şey değildir. İnsanların arızi sebeplerden dolayı kıyamet gününde azap görüp görmemeleri farklı, yaptıkları şirk amellerinden dolayı dünya da müşrik olarak isimlendirilmeleri farklı şeylerdir. Elbette insanların şirk işlemelerine rağmen müşrik olarak isimlendirilmelerine mani olan bir takım haller (ikrah altında bulunmak gibi) mevcuttur. Ancak bir kimsenin nebevi bir hüccetle muhatab olmadığını bahane ederek böyle kimselere Müslüman ismi vermek, müşrik ismini vermekten kaçınmak yukarıda da değindiğimiz gibi asla vahyi esaslı bir düşünce değildir.

Burada günümüzle ilgili olarak şu şekilde bir iddia ortaya atılmaktadır:

İçinde yaşadığımız toplumun fertleri Hz. Muhammed’in bizzat kendisi ile muhatap olmamışlardır. Risalet ilk günkü gibi açık olmasına rağmen bir takım durumlar insanların vahyi esaslara net olarak ulaşmasına mani olmaktadır. Öyle ki içinde yaşadığımız toplumun hoca, alim bilinen insanları dahi topluma şirk dinini İslam dini gibi göstermektedirler. Kişiler İslam diye kendilerine anlatılan şirk ve bidatlarla dolu bir dine tabi olmaktadırlar. Bu kimselerin içinde bulunduğu bu hal gereği direk olarak müşrik olarak isimlendirilmemeleri gerekir. Bilakis kendilerine nebevi tebliği götürmemiz gerekmektedir. Bununla beraber kim bu tebliği inkar ederse elbette o kişi kafir ve müşrik ismini alacaktır. Ancak kendilerine açık bir şekilde tebliğde bulunmadığımız bu toplumun fertlerini işledikleri ameller sebebi ile müşrik olarak isimlendiremeyiz.

Aslen ortaya atılan bu şüphe yukarıda yaptığımız izahlar neticesinde açığa kavuşmuştur. Ancak bir noktaya daha temas etmekte fayda vardır. Allahü Teala şöyle buyurmaktadır:

“De ki: ‘Şahitlik yönünden hangi şey daha büyüktür?’. De ki: ‘Allah, benimle sizin aranızda şahittir ve bana bu Kur'ân vahyolundu ki, onunla hem sizi, hem de sizden sonra kendisine ulaşan herkesi uyarayım. Allah'la beraber başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten şahitlik eder misiniz?’ De ki: ‘Ben buna şahitlik etmem. O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve gerçekten ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım" (En’am Suresi: 6/19)

Allahü Teala burada Rasulullah’ın dili ile şu şekilde seslenmektedir:

“ De ki: ‘Allah, benimle sizin aranızda şahittir ve bana bu Kur'ân vahyolundu ki, onunla hem sizi, hem de sizden sonra kendisine ulaşan herkesi uyarayım.”

Allahü Teala son nebisi Muhammed (s.a.v)’i tüm alemlere rahmet olarak göndermiştir. Kendisine kitabını vermiş ve bu kitapla hem kendi çağdaşlarını hem de kendisinden sonraki tüm insanlığı onunla uyarmıştır. Artık kim Allah’ın kitabına, onun içindeki hükümlere ulaşma imkanına sahip olursa bu kimse bizzat Rasulullah tarafından uyarılmış gibidir. Hiç kimsenin “ben kitabı anlayamıyorum, Allah’ın kitabı üzerinde mevcut olan şu anki ihtilaflar benim bu dini sağlıklı anlamama engel oluyor” gibi bir mazerete sığınmaya hak sahibi değildir. Zira böyle bir hak kendisine Allah tarafından verilmiş bir hak değildir. Olsa olsa böyle bir hak bu kimseye cehalet heveslisi cahiller tarafından verilmiş bir hak olabilir. Ancak Allahü Teala insanları bizzat kendi indirdiği esaslardan sorumlu tutacaktır. Yoksa insanların cahilane ortaya koydukları görüşlerden dolayı değil…

Bakınız En’am Suresi’nin 19. ayetine ilişkin Kurtubi şunları nakletmektedir:

Mukatil şöyle demiştir: “Cinden olsun, insanlardan olsun kime Kur’an ulaşırsa, Kur’an o kimse için bir uyarıcı ve korkutucudur.”

El’Kurazi der ki: “Her kime Kur’an ulaşırsa o, tıpkı Hz. Muhammed’i görmüş ve O’ndan işitmiş gibidir.”[42]

Bugün vahyi esaslar en net haliyle karşımızda durmaktadır. Bununla birlikte Rasullah’ın hadisleri, bu hadislere dair açıklamalar, Kur’an’ın tefsirleri ve alimlere ait yüzlerce eser bizzat mevcuttur. Tüm bunlara rağmen hangi akıl böyle bir konumda vahyi esaslardan uzak kalan bir kimseyi mazur görebilir? Daha doğrusu bugün insanlar vahyi esaslardan uzak değillerdir ki. İlmin en ince detaylarına dair meselelerin dahi var olduğu şu dönemde kim şirk içinde yaşanılan bir hayatın cehalet sebebi ile özür teşkil edeceğini iddia edebilir? Böyle bir iddia öncelikle Allah’tan korkmamaktan, Allah’ın indirdiği esaslara aşırı bir duyarsızlık ve cehaletten, 1400 yıldır Allah’ın kitabını açıklamayı kendilerine görev edinmiş alimlere karşı nankörce bir edepsizlikten başka bir şey değildir. Düşünmek lazım! Acaba içinde yaşadığımız toplumun vahyi esaslardan uzaklığı risaletten önce cahiliyye üzerinde yaşayan Mekkeli müşriklerden ve ehli kitapdan daha mı fazla? Ellerinde çok az nebevi kırıntılar olan, kendilerine gönderilen rasuller ile aralarında senelr geçmiş, koyu bir cehalet bataklığı içinde yüzen o toplumun fertleri işledikleri fiiller sebebi ile hem Allah katında, hem de dünya da sorumlu iseler içinde yaşadığımız bu toplumun fertlerinin Allah katından bir torpillerimi var ki sorumlu olmayacaklar? Mekke cahiliyyesinde yaşayan kimseler müşrik vasfı ile vasıflandırılırken içinde yaşadığımız bu toplumun ayrıcalığı nedir ki müşrik olarak vasıflandırılmasınlar? Elbette bu anlattıklarımız gün gibi açık ve ortadadır. Ancak bunları düşünmek içinde selim bir akıl gerekir. Zaten bizim bu yazımız da aklı selim insanlar için bir tebliğdir. Düşünme yetisini kaybetmiş, Allah’tan zerre kadar dahi korkmayan cehalet heveslilerine gelince bizim bu çalışmamız onlara gökten melekler eşliğinde dahi gelse asla kabul etmeyecekler ve inatlarına elbette devam edeceklerdir. Zira vahyi esasları bilerek tahrif ve tahrip eden bu kimseler bizce uyarılsa da uyarılmasa da kendileri için bir faydanın olmayacağı kişiler konumundadırlar.

“Şu muhakkak ki inkâr edenleri uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir. Onlar inanmazlar.” (Bakara Suresi: 2/6)

Burada şu sorularında cevaplandırılmasında büyük fayda olacaktır. Acaba içinde yaşadığımız bu toplumun, cehalet içerisinde kalmasının ve bu cehaleti sebebiyle Allah’ın dininden uzak şirk ve hurafeler içerisinde bir yaşam tarzını seçmelerinin sebepleri nelerdir?

Öncelikle hiç kimse bu büyük cehaletin sebebini, vahyi esasların kaybolmasına, Allah’ın indirdiği hükümlerin bozulmasına, insanların vahyi esaslarda bildirilen emirlere ulaşamamasına bağlamasın. Zira bugün her aklı selimin gördüğü üzere vahyi esaslar bu toplumun bizzat içersinde ilk günkü tazeliğini korumaktadır. Allah’ın kitabı ilk günkü tazeliğini korumakta, Kur’an’ın pratize edilmiş şekli yani nebevi sünnet sahih bir şekilde elimizde bulunmaktadır. Yine aynı şekilde Allah’ın dinini en net haliyle anlatan binlerce mecmua elimizde mevcuttur. Bu imkanlara rağmen fertlerin Allah’a açık bir şekilde şirk koşmalarını cehaletlerine bağlamak ve bu cehaletleri sebebiyle bu kimseleri Müslüman olarak addetmek gayri ilmi, gayri ciddi komik ve de fasid bir düşünce tarzı olmaktan öteye geçmeyecektir.

Elbette bugün insanlar büyük bir cehalet içerisindedirler. Ancak bu cehaletin sorumlusu ne Allahü Teala, ne de O’nun rasulüdür. Bu cehaletin tek sorumlusu yine fertlerin kendileridir. Bu cehaletin en büyük sebebi ise vahyi esaslardan uzak kalmış tüm toplumlarda var olan cehaletin sebebi ile aynıdır. Ataları taklit hastalığı… Evet bugün insanların vahyi esaslardan uzak kalmasının, koyu bir cehalet içerisinde hayat sürmelerinin en büyük sebeplerinden bir tanesi içinde yaşadığımız toplumun kör bir taklit hastalığına tutulmasıdır. Ancak ne var ki atalarını taklit etmeleri sonucu cahil kalmaları ve bu sebeple şirk içerisnde bir hayat sürdürmeleri hiçbir zaman fertleri ve toplumları Allah katında geçerli bir mazeret sahibi kimselerden kılmayacaktır. Bakınız Allahü Teala şöyle buyuruyor:

“O gün yüzleri ateş içinde çevirilirken: "Ah keşke Allah'a itaat etseydik, peygambere itaat etseydik!" derler. Yine derler ki: "Ey Rabbimiz! Biz beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi yanlış yola götürdüler." Ey Rabbimiz! Onlara azabın iki katını ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle." (Ahzab Suresi: 33/66-68)

“(Onlara): "Ne oldu sizlere de yardımlaşmıyorsunuz?" (denilir.) Hayır, bugün onlar teslim olmuşlardır. Onlar, birbirine dönmüş soruşuyorlar. Onlar: "Siz bize (uğurlu görünerek) sağdan gelir dururdunuz" derler. (İleri gelenler de) derler ki: "Hayır, siz inanmamıştınız." "Bizim de size karşı bir gücümüz yoktu. Fakat siz azmış bir kavimdiniz." "Onun için üzerimize Rabbimizin azab sözü hak oldu. Şüphesiz azabımızı tadacağız." "Evet biz, sizi kışkırttık. Çünkü biz azgındık." O halde hepsi o gün azabda ortaktırlar. İşte biz günahkarlara böyle yaparız.” (Saffat Suresi: 37/25-34)

Aynı şekilde içinde yaşadığımız toplumun cahil kalması ve cehaleti sebebiyle İslam’dan uzak şirk ve küfür içerisinde yaşamasının diğer bir sebebi ise Allah’ın dinine karşı aşırı bir duyarsızlık, vahyi esaslara karşı nemelazımcı bir tavır takınmak ve tamamen dünya meşgalesi ile meşgul olmaktır. Artık fertler dünyaya ibadet etmekten, Allah’a hakkıyla ibadet etmeye fırsat dahi bulamamaktadırlar. Ancak bu sayılan sebeplerde içinde yaşanılan toplumu mazur kılmamaktadır.

“Ey İnananlar! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.” (Münafikuun Suresi: 63/9)

“Onlara de ki; eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, kadınlarınız, akrabalarınız, kabileniz, elde ettiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız evler ve meskenler, size Allah ve Resulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah böyle fasıklar topluluğuna hidayet nasip etmez.” (Tevbe Suresi: 9/24)

5- Tevhidin İlk Şartı Bilgidir

Burada La İlahe İllallah kelimesine dair ve yahut ta yalnız Allah’a ibadet etmek ve O’na asla şirk koşmamak şeklinde somutlaşan İslam akıdesi üzerinde mevcut olan bir cehaletin, kişiler için asla bir özür teşkil etmediği hususunun daha iyi anlaşılması için üzerinde durmamız gereken iki konu daha vardır. Acaba her hangi bir kimse İslam’a nasıl girer ve ne şekilde Müslüman olarak isimlendirilip Müslüman muamelesi görür?

Bilinmelidir ki; La İlahe İllalah’ın ikrardan sonra en önemli şartlarından bir tanesi bilgidir. Bir kimsenin Müslüman olabilmesi için ilk şart, La İlahe İllallah kelime-i tevhidini bilerek ve inanarak ikrar etmesi gerekmektedir. Ve yine aynı şekilde şeksiz şüphesiz bir tasdik ve La İlahe red cümlesi ile inkar edilen ilahlardan, tağutlardan, putlardan, şirk ve küfür inançlarından beri olması gerekmektedir. Allah Rasulu (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

“Her kim Allah’tan başka ilah olmadığını bilerek ölürse cennete girecektir.”[43]

Yine bir başka hadiste ise şöyle buyrulmaktadır:

“Kim Allah’tan başka ilah yoktur der ve Allah’tan başka ibadet edilenleri reddederse malı ve kanı haram olur. Hesabı ise Allah’a kalmıştır.”[44]

Bu hadisler açık bir şekilde La İlahe İllallah’ın kişiden kabul edilebilmesi için bilgiyi ve ibadet edilen putlardan beri olmayı şart koşmaktadır. Muhammed b. Abdulvehhab bu konu hakkında şöyle demektedir:

“İşte Rasulullah (s.a.v)’in bu hadisleri, La İlahe İllallah kelimesinin manasını en açık bir şekilde izah etmektedir. Dikkat edilirse hadis, dil ile bu kelimeyi söyleyen kimsenin malını ve canını garantiye al­dığından söz etmemektedir. Yine hadis, bunun sadece manasını bilmekle de gereğinin yerine getirile­me­yeceğini bildirmektedir. Evet bu kelimeyi sadece dil ile söylemek kişinin can ve mal emniyetini sağlama­maktadır. Kişi hem La İlahe İllallah’ı ikrar etmeli, hem manasını bilmeli hem de bunlarla beraber Al­lah’tan başka tapınılan ve saygı gösterilen tüm küfür çeşitlerini ve düzenlerini reddetme yükümlülü­ğünü yerine getirmelidir. Bunu yapmadığı, bunda şüphe ettiği takdirde böyle bir kimsenin mal ve can güvenliği söz konusu değildir.”[45]

İmam Nevevi bu konu hakkında “Ehli sünnetin mezhebine göre iki şehadet kelimesi ile kalbin Allah’ı bilmesi birbirine bağlıdır. Biri bulunurda diğeri olmazsa (yani ikrar veya bilgiden biri bulunmazsa) o imanın bir faydası yoktur.”[46] derken, aynı şekilde İmam Kurtubi de, Sahihi Müslim üzerine yazmış olduğu “El’Müfhim Ala Sahihi Müslim” isimli kitabında “Sadece iki şehadet kelimesini sözle söylemek yeterli değildir” diye bir başlık atarak şöyle demiştir:

“Aksine kesin olarak kalben iman etmesi gerekmektedir.”[47]

Şimdi burada üzerinde asıl söylemek istediğimiz ise şudur: Acaba La İlahe İllalah’ın ilk şartlarından bir tanesi kesin bir bilgi ise bu bilgiden mahrum olan bir kimsenin bilgisizliği kendisi için nasıl bir mazeret teşkil edebilir? Acaba La İlahe İllalah’ın ilk şartlarından bir tanesi sahte putların, Allah’tan başka ilahların reddedilmesi gerekliliği ise, bu şartı yerine getirmeyen kimseyi cehaleti sebebi ile mazur göreceksiniz ve Allah’tan başka ilahlara ibadet etmesi, şirk ve küfür inançlarından beri olmamasına rağmen kendisine Müslüman hükmünü vereceksiniz? Hem namaz kılmanın şartlarını sayacaksınız hem de bu şartları üzerinde taşımayan kimseleri bu şartları üzerinde taşımadıkları için mazur görerek şartlarına riayet etmeden kılınan bir namazın kabul olunacağını iddia edeceksiniz. Bu gerçekten komik ve de vahameti büyük bir iddia olmaktan başka bir şey değildir. Bakınız Seyyid Kutup insanların büyük bir cehalet içerisinde olduklarını gerçekten bu dini bilmediklerini belirttikten sonra şöyle demektedir:

“Bilmediklerinden ötürüdür ki Allah'ın bu dosdoğru dinine uymamaktadırlar. Bu noktada hiçbir şey bilmeyen bir kimsenin, ne inanması beklenebilir, ne de gerekenleri yapması!.. Dinin özünü ve gerçeğini bilmeyen birtakım kimseleri, onlar da bu dine mensup diye nitelemek ne akla sığar, ne de realiteye! Bu tür kimseleri müslüman olarak niteleyip eksikliklerinin faturasını da bilgisizliklerine çıkarmak geçerli bir mazeret değildir. Zira bilgisizlik ya da bilmemek, söz konusu niteliği taşıyabilmeyi anında engellemektedir. Aslında bir şeye inanmak, o şeyi bilip öğrenmiş olmanın sonucudur... Akla da mantığa da uygun olanı budur. Bunun böyle olduğu zaten kendiliğinden apaçık ortadadır.”[48]

İslam Hukukunda ancak Allah’a ibadet etme ve O’na asla şirk koşmama noktasında bir cehaletin asla özür teşkil etmeyeceğinin en açık delillerinden bir tanesi La İlahe İlallah kelimesinin şartlarıdır. La İlahe İllallah kelimesi fertlere açık bir şekilde bu noktada cehaleti haram kılmakta ve bilgiyi şart koşmaktadır. Bu bilgiden mahrum olan kimselerin ise Müslüman olarak isimlendirilmeleri belki Allah’ın dininden uzak, vahyi esasları anlama özürlü kimselerin katında mümkündür ama böyle bir şey asla ne Allah katında ne de Müslümanlar katında mümkün değildir.

6- Misak Ayeti Üzerine

Yalnızca Allah’ı rab ve ilah olarak birleme ve O’na hiçbir şeyi şirk koşmama noktasında cehaletin, sahipleri için bir özür olmayacağına dair bir diğer delil ise Araf Suresi’nin 172-174. ayetleridir. Aslında bu ayet tek başına tevhidin esaslarına dair bir cehaletin kesinlikle mazeret olmadığına dair yeterli bir delildir. Bakınız Allahü Teala bu ayeti kerime de şöyle buyurmaktadır:

“Bir de Rabbin, Âdemoğullarından, bellerindeki zürriyetlerini alıp da onları kendi nefislerine şahit tutarak: -Ben sizin Rabbiniz değil miyim?- dediği vakit, -pekâlâ Rabbimizsin, şahidiz- dediler. (Bunu) kıyamet günü -Bizim bundan haberimiz yoktu.- demeyesiniz diye (yapmıştık). Yahut, atalarımız daha önce şirk koşmuşlardı. Biz onlardan sonra gelen bir nesil idik, şimdi o batıl yolu tutanların yaptıkları yüzünden bizi helâk mi edeceksin, demeyesiniz diye (yapmıştık). Ve işte biz, âyetleri böyle ayrıntılı olarak açıklıyoruz ki, belki dönerler.” (Araf Suresi: 7/172-174)

Açık ve net bir şekilde görüleceği üzere Allahü Teala insanoğlunun fıtratına, kendisi ile ilgili yeterli bilgiyi yerleştirmiş ve kıyamet gününde bu noktada bir bilgisizliği ya da ataları taklit sebebi ile doğru yoldan sapma gibi bir mazereti asla kabul etmeyeceğini bildirmiştir. Hakkıyla Allah’a iman eden kullara düşen ise bu vahyi esas karşısında susup hiç tahrif ve tebdile gitmemeleridir. Ancak bu ayet ile ortaya konulan esas gün ışığı gibi berrak olmasına rağmen cehalet heveslileri bu ayeti de tahrif etmişlerdir. Biz bu noktada var olan şüphelerin tamamıyla izale edilmesi adına bu ayete dair eski yeni bir çok müfessirin izahlarını buraya almakta fayda görmekteyiz.

İbn-i Cerir Et’Taberi: “Maksad siz kıyamet günü ‘Bizim bundan haberimiz yoktu. Şüphesiz biz bunu bilmiyorduk, biz bundan yana bir gaflet içinde idik’. ya da ‘atalarımız daha önce şirk koşmuşlardı. Biz onlardan sonra gelen bir nesil idik. Hakkı bilmeyişimizden kaynaklanan cehaletimizle onların yollarına uyduk’ demeyesiniz diye (sizden böyle bir misak aldık)”[49]

İbn-i Kesir: “Bu şahit tutmaktan maksadın, onların tevhide yatkın yaratılmaları olduğuna dair delillerden biride; Allah’ın bu şahit tutmayı, şirk hususunda onlar hakkında bağlayıcı bir delil (hüccet) kılmış olmasıdır. Bu misak ise onlar hakkında müstakil bir hüccet kılındığına göre üzerinde yaratıldıkları fıtrat, tevhidi ikrar etmeye yatkın bir fıtrattır. Bu nedenle kıyamet günü biz tevhidden gafildik demeyesiniz.”[50]

Kurtubi: “…. Ancak şu kadar var ki, tevhid hususunda mukallidin ileri sürebileceği hiçbir mazereti olmaz.”[51]

Bagavi: “(Ayetin manası şu şekildedir.) Artık bu misaktan sonra kim inkar ederse o ahdi bozmuş bir inatçıdır. Ve ona hüccet (delil) kaim olmuştur. Ey müşrikler! Şüphesiz ki sizden misak şöyle demeyesiniz diye alındı. Muhakkak ki, bundan önce atalarımız şirk koşup ahdi bozdular. Biz de zaten onlardan sonra gelen bir nesiliz. Yani biz onların tabileriyiz. Dolayısı ile onlara uyduk. Tutup bunu kendinize özür (kalkan) yapıp sonra da şöyle demeyesiniz: - Batıl yolu tutanların yaptıkları yüzünden bizi helâk mi edeceksin- Yani yoksa bize batıl işler yapan atalarımızın cehaletleri sebebiyle azap mı edeceksin? İşte onların, Allah’ın tevhide dair misak aldığını bildirmesinden sonra böylesi laflar savurarak kendilerini savunmaları mümkün değildir.”[52]

Fahreddin Er’Razi: “Netice olarak diyebiliriz ki; Allahü Teala onlardan bu sözü alınca artık onların bu kadarcık bir mazerete tutunmaları imkansız olur.”[53]

Şevkani: “Bunu yaptık ki, mazeret olarak gafleti öne sürmeyesiniz. Yahut şirki kendiniz yerine atalarınıza nispet edip bunlardan biri yahut ikisi ile kendinizi mazur görmeye çalışmayınız.”

İbn-i Kayyim El’cevziyye: “Allahü Teala burada müşriklerin mazeretlerini yok eden iki delil serdetmektedir.

1- Şüphesiz biz bundan gafildik dememeleri için. Burada bu ilmin fıtri ve zaruri olduğunu ve her insanın onu tanıması gerektiğini beyan ediyor. Bu da başıboşluğun geçersizliğine ait Allah’ın bir hüccetini, dahası yaratıcının ispatına yönelik ifadeleri zaten fıtri ve zaruri bir bilgi olduğunu kapsıyor. Bu ise başıboşluğun geçersiz olduğuna dair bir hüccettir.

2- ‘Atalarımız daha önce şirk koşmuşlardı. Biz onlardan sonra gelen bir nesil idik, şimdi o batıl yolu tutanların yaptıkları yüzünden bizi helâk mi edeceksin? Müşrik olan babalarımızın, yani bizim dışımızdakilerin suçuyla mı bizi cezalandıracaksın. Biz mazuruz. Şirk koşanlar atalarımızdır. Biz ise onlardan sonra gelme nesilleriz. Kaldı ki yanımızda onların hatalarını beyan edecek bir şey de yoktu.’ Böyle iken bu kişi gene de başıboşluk ve şirkten dolayı mazur sayılmamaktadır. Aksine müstehak olduğu azab kendisi için geçerli olmaktadır.”[54]

Seyyid Kutub: “Hiç kimse kalkıp Allah'ın insanı Tevhid'e ileten kitabından habersiz olduğunu, bu Tevhid'e çağıran Allah'ın peygamberlik misyonlarından haber alamadığını söyleyemez. Yahut da, ‘ben varlık alemine geldiğimde atalarımın Allah'a ortak koştuklarını gördüm. Tevhid'i tanıyabilmem için önümde hiçbir yol yoktu. Ben atalarımın sapıklığa düşmeleri nedeniyle sapıklığa düştüm. Bu işten yalnız onlar sorumludur. Ben sorumlu değilim’ demesi asla tutarlı olmaz.”[55]

Ebu’l Ala El’Mevdudi: “Gene izaha kavuşturulmalıdır ki, bu antlaşmadan sonra bir kimse, bir suçu, bilgisizlik yüzünden işlediği için temize çıkmaya ya da inhiraflarının sorumluluğunu kendinden evvel geçenlere yıkmaya kalkışamaz. Yine Allah; bu sözü almakla, onların kalblerine, kendilerinin Rabbinin yalnız O, ve ilahlarının da gene yalnızca kendisinin olduğu hususunun zerkedildiğine dikkat çekmektedir. Binaenaleyh, hiçbir kimse, "Ben bundan tamamen habersizdim" veya "kötü çevrem tarafından yoldan saptırıldım" diyerek sapkınlığının sorumluluğunu üstlenmekten kendini vareste kılamaz.”[56]

“Misak ayetiyle ilgili bu nakillerden sonra artık delaletinde muhkem ve kesin olan bu naslardan sonra başka bir nas’a ihtiyaç kalır mı? Bu delilden sonra başka bir delile gerek var mıdır? Bu açıklamalardan sonra başka bir açıklamaya ihtiyaç var mıdır? Şüphesiz ki bahsi geçen müfessirler bu ayetin, şirk konusunda müstakil bir delil olduğunda ittifak etmişlerdir. Sözgelimi Kurtubi –mukallit için tevhid noktasında hiçbir özür yoktur- demektedir. Taberi ise müşriklerin gaflet ve körü körüne taklit ile kendilerini savunmalarını, misak ayetinin delil oluşu ile iptal etmektedir. Aynı şeyleri Bağavi ve Şevkani’de söylemektedir. İbn-i Kesir, bu şahit tutmayı şirk konusunda onlar aleyhinde müstakil bir delil telakki etmektedir. İbn-i Kayyim ise şöyle demektedir: -Şüphesiz onların rububiyeti ikrar etmeleri ile hüccet kaim oluyor. Bu da Allahü Teala’nın resullerin diliyle aleyhlerine getirdiği delildir. Bununla onlar hakkında ihticac ediyor ve onunla kendilerini uluhiyeti ikrar etmeye çağırıyor.- İmam Cevzi ise şöyle diyor: -Bu ayet onların gaflet, cehalet ve ataları taklit etmeye dayalı kanıtlarını reddedilmeyecek apaçık delillerle iptal etmektedir.[57]-diyor. Bunun gibi şüphesiz kendisiyle tevhidi öğrendikleri akıl, şirkin geçersizliği noktasında bir delil olup bu noktada bir elçiye bile ihtiyaç bırakmaz. Esasen bu haliyle, onlara azabı hak ettiren sebep de gerçekleşmiş olur. Ne var ki Allah’ın her şeyi kapsayan rahmetinin kemalinden dolayı azap, nebevi mesajın ulaşmasına bağlanmıştır. Misak ayeti, Ademoğlu’nun Allah’tan başkasına ibadet hususunda sarılabileceği her çeşit özrü ortadan kaldırmaktadır.”[58]

7- Sonuç:

Allahü Teala insanı yaratmış, onun fıtratına tevhide dair bilgiyi yerleştirmiştir. Bütün kainatın düzeni mutlak surette bir yaratıcının varlığına birer delil olup Allahü Teala’nın canlı görünür ayetleri olarak karşımızda durmaktadır. Bununla beraber Allahü Teala rahmeti gereği, kullarını hesaba çekmeden önce onlara ne ile yükümlü olduklarını bildiren rasuller göndermiş ve asla kullarına güçleri fevkinde bir sorumluluk yüklememiştir. Rasullerin arasının kesildiği bir dönemde ise, son rasul Muhammed (s.a.v) tüm alemlere rahmet olarak gönderilmiş, kendisine tüm insanlığı karanlıklardan nura sevkedecek Kur’an’ı Kerim inzal edilmiştir. Allahü Teala kulu Muhammed (s.a.v)’e indirdiği kitabı bizzat kendi koruması altına almıştır. Bugün Allah’ın kitabı ilk günkü tazeliğini korumaktadır ve kıyamete kadar da bu böyle olacaktır. Aynı şekilde Rasulullah (s.a.v)’in 23 yıllık örnekliği ise ilk günkü gibi karşımızda durmaktadır. Geçen 14 asrı aşkın süre içerisinde Allahü Teala’nın dinini anlatan ilim ehli ciltlerce eserler vermişler, bu dine ait her konuda bizlere büyük bir kültür mirası bırakmışlardır. Artık bundan sonra ne hüccetin ikame edilmemesi gibi bir durum söz konusudur, ne de bir cehalet. Kim ki; atalarını taklid etmesi sonucu bir şirk bataklığına düşerse bu kişi dünyada müşrik olarak isimlendirilecek, bu şirki üzere öldüğü takdirde de Allahü Teala tarafından müşriklere öngörülen cezaya müstahak olacaktır. Yine kim her ne sebeple olursa olsun Allah’ın kitabından uzak kalması sonucu Allah’ın dininden başka bir dine tabii olur, Allah’a şirk üzere bir hayat sürdürürse, ne günümüz cehalet heveslilerinin bağırıp çağırması, ne de kendi hezeyanları onu Allah katında mazur göstermeyecek, aynı şekilde bu kimse dünyada da müşriklere uygulanan hükümlere muhatap kalacaktır. Bu kadar açık naslara ve bu naslara dair ilim ehlinin sözlerinden sonra, cehalet heveslilerine, günümüzde Allah’ın dinini din edinmeyen, tevhidin esaslarından uzak, şirk içerisinde bir yaşantı sürdüren fertleri ve de toplumları, “hücceti ikame etmeden müşrik diyemeyiz. Bunların cehaleti mazeret teşkil etmektedir” gibi komik, gayri ciddi lakırtılarla savunmaya çalışmamalarını, buna mukabil kendilerinin Allah’ın kitabını, Rasulün örnekliğini tahrif etmeyi bırakarak biran önce İslam’ı öğrenip O’na teslim olmalarını tavsiye ederiz.

Hiç şüphesiz bidayette ve nihayette hamd alemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur.

--------------------------------------------------------------------------------

[1]Ebu Yusuf Midhat b. Hasan Ali Ferrac, İslam Hukuku Acısından Cehalet Kavramı, sy: 20

[2] İbn-i Kesir Tefsiri, 3/1141

[3] Kurtubi, El’Camiu Li’Ahkam 6/143

[4] El’Uzrü Bi’l Cehl Ve Kıyam’ül Hucceh, sy:16

[5] İbn- Cerir Et’Taberi, Camiu’l Beyan 2/474

[6] İbn-i Kesir Tefsiri 5/2186

[7] Kurtubi, El’Camiu Li’Ahkam 6/144

[8] El’Usul’ül Münife Li İmam Ebu Hanife, sy:39

[9] Alusi, Ruhu’l Meani, 4/20

[10] Kurtubi, El’Camiu Li’Ahkam 4/319

[11] Kadı Beyzavi, Envar’ut Tenzil, 1/224

[12] Taberi, Cami’ul Beyan, 4/36

[13] İbn- Kesir Tefsiri, 1/397

[14] F. Razi, Tefsiri Kebir, 6/519

[15] İmam Şafii, Risale sy: 4-5

[16] Mecmu’ul Fetava, 16/483-486

[17] Feth’ul Kadir

[18] Ebu’l Ala El’Mevdudi, Tefhim’ül Kur’an, 7/192

[19] Ebu Yusuf Midhat b. Hasan Ali Ferrac, İslam Hukuku Acısından Cehalet, sy: 29

[20] İbn-i Teyniyye, Sırat-ı Müstakım, sy:9

[21] İbn-i Kesir Tefsiri, 5/2186

[22] Bkz. F. Razi, Tefsiri Kebir, 18/191

[23] Müslim İman 365 (214)

[24] İmam Nevevi, El’Minhac, Sahihi Müslim Şerhi, 3/82

[25] Müslim, İman 347, (203); Ebu Davud, Sünnet 18, (4718)

[26] İmam Nevevi, El’Minhac, Sahihi Müslim Şerhi, 3/74

[27] Ebu’l Ala El’Mevdudi, Tefhim’ül Kur’an

[28] İmam Nevevi, El’Minhac, Sahihi Müslim Şerhi, 3/74

[29] Kurtubi, El’Camiu Li’Ahkam, 13/569

[30] Silsiletü’l Ehadis’i Sahiha, 1/247

[31] İbn-i Kesir Tefsiri, 3/31

[32] Kurtubi, El’Camiu Li’Ahkam Terc. 10/354

[33] Alusi, ruh2ul Meani, 15/36

[34] Feth’ul Kadir, 4/176

[35] Seyyid Kutub, Fi’Zilal’il Kur’an, ?

[36] İbn-i Hazm, El’İhkam Fi Usul’ül Ahkam 3/114

[37] Seyyid Kutub, Fi’zilal’il Kur’an, 296

[38] Ebu’l Ala El’Mevdudi, Tefhim’ul Kur’an, 3/98

[39] İbn-i Sa’di El’Gamidi, Akıdetü’l Muvahhidin, sy:151

[40] Raf’ul Melam, sy:114

[41] Ebu Basir Abdulmun’im Mustafa Halime, Şurutu La İlahe İllallah, sy:53

[42] Kurtubi, El’Camiu Li’Ahkam, 6/551

[43] Sahihi Müslim, 2/8 Hadis No:43

[44] Sahihi Müslim, 2/8 Hadis No:23

[45] Muhammed b. Abd’ulvahhab, Kitab’üt Tevhid, sy:115

[46] İmam Nevevi, Sahihi Müslim Şerhi 2/166

[47] Said El’Kahtani, El’Vela Ve’l Bera, sy: 40

[48] Seyyid Kutub, Fi’Zilal’il Kur’an, 8/405

[49] Taberi, Cami’ul Beyan, 2/713

[50] İbn-i Kesir Tefsiri, 7/3131

[51] Kurtubi,El’Camiu Li Ahkam, 7/510

[52] Ebu Yusuf Midhat b. Hasan Ali Ferrac, İslam Hukuku Acısından Cehalet, sy: 49-50

[53] F. Razi, Mefatihu’l GAyb, 11/145

[54] Ahkam’ü Ehli’z Zimme, 2/527-570

[55] Seyyid Kutub, Fi’Zilal’il Kur’an, 6/313

[56] Ebu’l Ala El’Mevdudi, Tefhim’ül Kur’an, 2/113

[57] Ayetin Tefsiri için bkz. Menar Tefsiri

[58] Ebu Yusuf Midhat b. Hasan Ali Ferrac, İslam hukuku açısından cehalet, sy:56-57

 
  Toplam 189590 ziyaretçikişi burdaydı!  
 
islamakidesi.tr.gg
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol