İslam Akidesi
  VADET-İ VUCUD ŞİRKİ
 

VADET-İ VUCUD ŞİRKİ

BİSMİLLAHİRAHMANİRRAHİM

Eşyanın iyisini de kötüsünü de, hayrını da şerrini de yaratan Allah’a (c.c.) hamdolsun. O, hak ehli katında eşyanın dışındadır, eşyanın kendisi değildir.

Eşyanın yararların ve hayrını açıklayan Rasulullah’a (s.a.v.), Ehl-i Beytine, ashabına, tabilerine ve Rasulullah’ın (s.a.v.)çizgisinde yürüyenlere salat ve selam olsun.

Bazı cahil tasavvuf erbabı, müride tevhid kelimesini telkin ederken, “Tüm eşya batın (iç yüzleri) bakımından Allah (c.c.) ile birleşiktir; fakat zahir (dış görünümleri) bakımından, O’ndan ayrıdır” görüşüne inanmalarını istiyorlar.

Bu söz, vahdet-i vücud görüşüne varan bir ifadedir. Nitekim ilhad (dinden dönme) ehlinin de görüşü böyledir.

Yüce Allah her şeyden münezzehtir. Zira Allah (c.c.) varken, O’nunla birlikte başka hiç birşey yoktu, sadece O vardı. O’ndan önce de herhangi bir varlık yoktu. Kaldı ki Onun önceliği yoktur. Ehli sünnet alimleri bu konuda icma etmişlerdir.(1) Ancak bazı felsefeciler ile baz hüküm sahipleri bundan farklı görüşler sergilemektedirler. Kimisi alemin ve bazı şeylerin öncesinin olmadığını iddia etmektedir. Oysa bu, batıldır. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “Allah, her şeyin yaratanıdır.” (Rad: 13/116, Ziimer: 39/62)

Yani şu görülen varlık dünyasında herşeyin yaratanı O’dur. Dolayısıyla (soanradan varolan)bir şeyin öncesi olmayan ve herşeyi yaratan varlıkla bitşik olması imkansızdır. Kaldı ki böyle bir görüş, tevhid inancına aykırıdır. çünkü ikilik vahdete aykırıdır.

Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“iki ilah edinmeyin.”(Nahl: 16/51)

İki ilah edinmek yasakken nasıl olur da bir çok ilahlardan söz edilebilir?

Sofilerin büyükleri şöyle diyorlar; “salik (mürid) için önemli olan husus; tevhid kelimesini söylediği sırada, La ilahe esnasında Allah’tan (c.c.) başkalarını reddetmeli, yok say-malı; “İllallah” dediği zaman, yalnızca Allah’ı (c.c.) sabit ve baki kabul etmelidir.”

Akaid ilminde kesin olan bir gerçek vardır: Herşeyden yüce ve münezzeh olan Allah (c.c.), sonradan olan varlıklar için bir yer değildir, sonradan olanlar O’na nüfuz edemez. Çünkü sonradan var oluş, kendisine verilen bir vücud’tan ve geçmişte de yokluktan ibaret bir şeydir. Dolayısıyla öncesi olmayan zata bitişik olması, sonradan olana uygun değildir.

Hak ehlinin de belirttikleri gibi eşyanın varlığı sabittir. Eşyanın varlığını kabul etmemekte, aslında onun varlığının gerçekliği yatar; ancak sofistler buna karşı çıkıyorlar. Onlara göre; eşyanın gerçekliği diye birşey yoktur. Bunlar bir takım hayali şeylerdir. Vücudiye mezhebi bağlıları da bunlara katılıyor. Onlar da eşyayı, yaratanın dışında, bunların iç durumlarına bakarak “birtakım itibari fazlalıklardır” görüşünü savunuyorlar. Bu kişiler hem hisse hem duyulara dayalı şeyleri hem de şeriatçe bilinen delilleri reddetmiş olduklarından dolayı İslami çizgiden ayılmışlardır.

Alemin sonradan var olduğuna dair icma bulunmaktadır. Allah’ın (c.c.) sıfatları ne zatın aynısı ve ne de zattan başkasıdır. Bu, ehl-i sünnetin görüşüdür. Mutezile ise, temelden sıfat ve isimleri kabul etmiyor. Gerekçe olarak da, bunların kabulü halinde, kadim (daimi, ezeli) olanların sayılarının çoğalacağını ileri sürüyor. Vahdeti vücut düşüncesi, bazı felsefecilerin ileri sürdüğü, eşya kendi itibariyle ezeli, sıfatları yönünden de sonradan olma görüşüne dayanmaktadır. Bu, aynı zamanda Dehriye mezhebi savunucularının şüphelerine benzer bir teşbihtir.

Tevhid:

Tevhid lugatta; zihinlerde düşünülen herşeyi reddetmek,

demektir.

Tevhid; Allah’ı zatında, sıfatlarında ve fiillerinde birleyip, bütün ibadetleri O’na yapmaktır.

Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “O herşeyin yaratıcısıdır. O’na kulluk edin” (En’am: 6/102)

Kul için öncelikli olan şey, tevhid ilmini öğrenmektir. Tevhid ise, iman, tasdik, ikrar ve amelden ibarettir.

Ali’ye (r.a.), “Tevhid nedir?” diye sorulunca, şu cevabı vermiştir:

“Allah, senin hatırına gelebilen. ya da hayalinde yaşattığın veya herhangi bir durumda düşündüğün tüm şeylerin ötesindedir. Çünkü 0, hiçbir hayalin ve düşüncenin içinde olamaz.”

Cüneyd şöyle demiştir: “Tevhid ezeli olanı sonradan olanlardan ayrılmaktır. Çünkü insanın aklına ne gelirse, tümü, sonradan varolandır. Ezeli olanın tekliği sebebiyle, yüce Allah’ın ne zat (öz. kendi) bakımından ne de sıfatları yönünden hiçbir mevcuda benzememesine hüküm vermektir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“O’na benzer hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.” (Şura: 42/11)

İşte bunun içindir ki. “Allah bir tektir” sözünün manası: O’nun zatı yönünden kısımlara ayrılmayacağı, O’nun hakkında benzetme yapılamayacağı zatı ve sıfatları yönünden eşi, benzeri ve ortağı olamayacağıdır.

Sofiler derler ki: “Mürid olan kimse, henüz müridlik makamındayken, tevhid kelimesini söylerken içinde öncelikle şunu söylemelidir: “La Mabude illallah” (Allah’tan başka hiçbir mabud yoktur). işte bu, şeriattır. Daha sonraki

merhaleyse “La Mevcude illallah” (Allah’tan başka mevcut yoktur) demeli. Bu ise, tarikattır. Daha ileriki mertebelerde de: “La Meşhude illallah” Görünürde O’ndan başkası yoktur) demeli. Bu da hakikattır. Bu düşünce tevhid akidesine zıt olup şirktir

Yüce Allah’ı tanımak herkes için farzdır. Bu noktada bütün alimler ittifak içindedirler; ancak bunun nasıl olacağı hususunda ihtilafa düşmektedirler.

Tasavvufçulara göre Allah’ı tanımak, riyazete (nefsi kırma) çekilmek, tüm kötü huylan bir kenara atmak ve tüm iyi huylan kendinde toplamakla olur.

Kelamcıların cumhuruna göre, ancak delil elde etme

yoluyla neticeye varmakla olur. Bu deliller de, akli deliller-

le uyuşan Kitap ve Sünnete dayalı olan nakli delillerdir.

Bazı kimselere göre: Asli yaratılışını koruyan ve bu noktada değişikliğe uğramayan akli delil ile mümkündür.

Bir başka gruba göre; AIlah’ı (c.c.) ancak yine Allah (c.c. ile tanımak mu kası la Allah’ı (c.c.) tanımak mümkün olmaz.” İşte bu görüş sofilerin görüşüne çok benzer. Bundan dolayıdır ki, sofiler şöyle derler:

“Hiç kimse yüce Allah’ı gereğince tanıyamaz. Hatta bu kişi gönderilen bir rasul ve Allah’a yakın biri bile olsa. Çünkü bu konuda Allah şöyle buyurmuştur:

“Size ilimden z birşey verilmiştir “(İsra: 17/85)

“Onlar ise bilgice O’nu kavravanıazlar.” (Ta-Ha: 20/1 10)
“Gözler O’nu göremez.”(En’am: 6/103)

Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Senin kendi nefsini (zatını) sena ettiğin gibi ben seni gereğince edemem."(2)

“Vahid” ve “Ehad” isimleri yüce Allah’ın en güzel isimlerindendir. Ehad ismi zatında, Vahid ismiyse sıfatlarında kullanılır.

Zühri’ye göre, Allah’tan (c.c.) başka hiçbir şey “Ehadiyet” ismiyle nitelenemez. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“De ki: 0 Allah bir tektir.”(İhlas: 112/1)

Dikkat edilirse burada Rabbimiz özlü bir şekilde, hasr ibaresiyle “0 Allah bir tektir” diyerek konuyu kesin bir şekilde ortaya koymaktadır.. Ehadiyet ismi, Vücudiye mezhebi bağlılarının söyledikleriyle terstir. Çünkü Vücudiye mezhebi meseleyi batıni ve zahiri olarak ele alıp, inanmaktadır. Oysa ki yüce Allah’ı bilenler ikiliği tümüyle reddederler.

Allah’tan (c.c.) başka herşey yok olacaktır Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“O’nun vechinden başka herşey helak olacaktır.” (Kasas: 28/88)

“(Yer) üzerinde bulunan herşey yok olacaktır. Yalnız Rabbinin celal ve ikram sahibi vechi baki kalacaktır.” (Rahman: 55/26-27)

“Nereye dönerseniz Allah’ın vechi oradadır.” (Bakara: 2/115)

Evvel de, .ahirde, zahir de. batın da O’dur. Nitekim bu manada da ayet vardır. Yani evvel olması itibariyle ezeli, ahir olması bakımından ebedidir. Yüce Allah, sıfatlarıyla zahir, zatı (nefti) bakımından batındır.

Lebid b. A’sam şöyle demiştir:

“Dikkat edin, Allah’tan başka herşey batıldır.”3



Allah’ın (c.c.) Mü’minlerle Olan Beraberliği:

Ali (r.a.) şöyle söylemiştir: “0 herşeyle beraberdir, fakat bu, yakınlık manasında bir beraberlik değildir. O, herşeyden başkadır. Ancak, bu herşeyin yok olması manasında değildir” Ali (r.a.) bununla yüce Allah’ın şu ayetlerine işaret etmiş oluyor:

“Nerede olsanız, 0 sizinle beraberdir.” (Hadid: 57/4)

“Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf: 50/16)

Allah’ın (c.c.) Sıfatları Hakkında:

Cehm b. Safvan ve onun görüşünde olanlar sıfatlan kabul etmiyor, bunu bizzat Tevhid-i zatın içinde görüyorlar. Gerekçe olarak da vaciplerin artmasından kaçındıklarını söylüyorlar. Alimlerin ittifak ettiği gerçek var ki; o da bu görüşle-in bozuk olduğudur. Çünkü tüm sıfatlardan soyutlanmış bir zatı için hariçte bir varlık tasavvur edilemez.

Zihinsel olaya gelince, bu mümkün değildir. Hatta bunun hayal edilmesi bile düşünülemez. Çünkü bu her şeyi atalete götüren bir haldir. Oysa hak olan görüş orta yoldur. Yani muhakkak bir teşbihle mutlak bir tenzih arası tutulan bir orta yol.

Tahavi ‘nin akaid kitabını şerh eden, Hanefi alimlerinden Allame Ali b. Ebu’l İzz diyor ki: “Su ilk bakışta fesadı ortada olan görüş birtakım kimseleri Hulul ve Ittihad görıüşiüne sahip olmaya kadar götürdü. Oysa böyle bir sonuca varmak, inanç noktasında Hıristiyanların küfrünün üzerinde bir küfürdür. Çünkü Hıristiyanlar böyle bir inancı kainata değil de, yalnızca Mesih İsa’ya verdiler. Halbuki Hulul ve İttihadı savunanlar bunu daha da genelleştirerek tüm kainata şamil kıldılar.

Akaidle ilgili kitaplarda, “Allah’ın sıfatları, O’nun zatına hulul eder.” denmediği gibi, “zatı da sıfatlarına hulul eder.” veya “sıfatları O’nunla beraberdir.” veya “sıfatları


O’nun içindedir.” veya “O’na yakın komşudur.’ da denemez.” Çünkü tüm bu sıfatlar, değişen farklı şeylerde kullanılır. Oysa burada herhangi bir farklılık yoktur, aksine burada söylenecek söz şudur: “Allah’ın (c.c.) sıfatları, O’nun zatıyla kaimdir. Sıfatlarıysa zatının kendisi olmadığı gibi, gayrı da değildir.”

Sıfatlarının yüce Allah’ın zatıyla kaim olması meselesi açıktır. Ayrıca izaha gerek yoktur. Ancak “Sıfatları, ne zatının aynı ne de gayrıdır” meselesine gelince: Sıfatları O’nun gayrısı olsaydı. mutlaka, Allah’tan (c.c.) başka olan birşeyin ezele dek O’nunla beraber olması vacip olurdu. Bu ise küfürdür. Aynı zamanda. “Bu onun bir kısmıdır” da denemez. Çünkü bir kısmı olma, sonradan var olma alametlerindendir. Oysa bu sıfatların sonradan olmaları da caiz değildir. Eğer bu sıfatların sonradan olduğuna inanılırsa, bu da yüce Allah’ın sonradan varolmadan önce, bu türden sıfatlara sahip olmadığı, bu türden sıfatlarla nitelenmediği manası çıkar. Eğer yüce Allah bu türden sıfatlarla nitelenmemişse, o zaman da bunların zıtlarıyla nitelenmiştir gibi bir anlam çıkar Yüce Allah bundan da münezzehtir.

Birçok kelamcı ve felsefeci geçinenler: “Biz eşyayı gerçekliğiyle tahkik ederek bilip öğrenmek, duyulara dayalı olarak kabul etmek istiyoruz. Yani eşyayı mahiyetleriyle, nicelik ve nitelikleriyle öğrenmek, idrak edip kavramak istiyoruz.” diyorlar. Fakat şunu unutmamak gerekir; öyle şeyler var ki, bunların mahiyetleri idrak edilemez.

Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“Onlar ise bilgice O’nu kavrayamazlar. (Ne O’nun zatını kavrayabilirler, ne de bildiklerini ihata edebilirler.)” (Ta-Ha: 20/110)

Bunun içindir ki Firavun: “Ey Musa alemlerin Rabbi nedir?” (Şura: 42/23) diye sorunca “(Musa (a.s.): Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan herşeyin Rabbi’dir”(Şura: 42/24) diye cevaplamıştı.

Buradaki hükümlere dikkat edilirse, Firavun Allah’ın (c.c.) zatından sormuştur. Ancak verilen cevap, O zatın sıfatlarıyla ilgilidir.

Bir şeyi bilmekten aciz olduğunu bilmek de bir anlayıştır. Ayrıca: “Bilmiyorum, demek ilmin yarısıdır.” mealindeki söz de bu gerçeği vurguluyor. Diğer taraftan meleklerin “Bizim senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur.” (Bakara: 2/32) ifadeleri de bu gerçeği ortaya koymaktadır. Diğer taraftan peygamberlerin: “Bizim bilgimiz yok. Gizlileri bilen yalnız sensin sen.” (Maide: 5/109) cevapları da bu gerçeği ortaya koymuş olmaktadır.

Ayrıca bu cahiller eksik akılları, bozuk düşünceleriyle, kendilerince delillerin arasını bulmak istediklerini ileri sürüyorlar. Bu yönteme de akılcılık adını veriyorlar. Oysa işin aslı araştırıldığında, ileri sürdükleri şeylerin salt cehalet olduğu görülür. Evet güya akıllarınca akli delillerle nakli delillerin ortasını, bulmak istiyorlar. Oysa yaptıkları şeyler, şeriatla felsefe arasını (güya tahkik ve tetkik sonucunda), ortak noktada buluşturmak istiyorlar gibidir. Nitekim güya kendisini ibadete adayan birçok bidat erbabının, sofılerden birçok kendini bilmezlerin söyledikleri de budur. Gerekçe olarak diyorlar ki:

"Biz iman ile itikadın arasını bularak, iyilik istiyoruz. Hakikatle şeriatın arasını bulmak istiyoruz."

Bu gerekçeleri öne sürerlerken de esasında kendi batıl görüşlerini, kabul ettirmeye çalışıyorlar. Yani İttihad, Hulul, İlhad, İttisal gibi şeyleri, mutlak vücud gibi davaları araya sokuşturmak istiyorlar ya da “mevcudat, bizzat Hakk’ın kendisidir” türünden bozuk düşünceleri yerleştirmek istiyorlar. Böylece kendilerinin cem makamında oldukları izlenimini uyandıracaklarını düşünüyorlar. Oysa bu adamlar tefrikanın ve zındıklığın ta içinde yer alıyorlar. Adamların bu

türden ifadeleri tıpkı bazı idarecilerin, devlet adamlarının, sultanların, kral ve hükümdarların birtakım İslami hükümlere aykırı davranışları sebebiyle, kendilerini mazur göstermek için ileri sürdükleri şu türden ifadelere benzemektedir:

“Biz iyi siyaset ve idare yoluyla, iyilikler peşindeyiz. Biz böylece güzel siyasette, güzel görülen sanatın arasını bulmak istiyoruz.” Evet bunların ötekilerden farkı olmadığı gibi ötekilerin de bunlardan herhangi bir farkları yoktur.

İşte bütün bu durumlardan dolayı kim dini konularda şeriatın zahirine aykırı bir hüküm vermeye çalışırsa, dinde apaçık ve kesin hükme aykırı bir davranış sergilerse. bunun da adını iyilik arzusu koyarsa, o da helak olacaklardandır.



Selefin Halefe Olan Ustünlüğü:

Rasulullah (s.a.v.) az sözle çok şeyler ifade eden, her anlamındaki aydınlatıcı ilimleri, yol gösteren ışıkları beraberinde getirmiştir. Aslında ilim, Rasulullah’ın (s.a.v.) getirdikleriyle bir nokta olarak tanımlanırsa, bunu cahiller arttırmıştır. Bu da ortaya atılan bir bidati kanıtlamaya çalışmalarından dolayı olmuştur.

İşte bu yüzden halefin (sonraki alimlerin) birçok söz söylemiş olmalarına rağmen, bereketi oldukça azdı. Halbuki selefin (önceki alimlerin) sözleri çok daha ve yarar getiriyordu. Asıl fazilet ve değer mütekaddimin denen öncekilerdedir. Yoksa cahil kelam bilginlerinin söylediklerinde değil. Çünkü öncekilerin durumuyla ilgili olarak kelamcıların: “Mütekaddimin’in yolu çok daha salim ve sağlıklıdır. ancak bizim yolumuz da açık ve biljmseldir" türünden söylediği gibi değildir.Yine bunlar şöyle derler: Fıkha bağlı olduğunu söyleyip de onların durumunu takdir etmeyenler istinbatı gereğince kavrayamayan, bunun kurallarını ve hükümlerini bilmeyendir. Oysa müteahhirin denen sonraki dönemlerde gelenler bütün bunları aşmışlardır. Bunlardan öylesi var ki, bunlar öncekilerin uğraşa geldiklerini anlamaktan çok daha bilgilidirler.”

Bu tür sözler ortaya atanların tümü, selefin değerini takdir etmekten oldukça uzaktırlar. Onların bilgilerine erişemezler. Sonrakilerin çoğu, onların taşıdığı sorumluluğu taşımaktan oldukça uzaktırlar. Müteahhirin’in onlardan bu üstünlüğü yoktur. Ancak bunlar taşıdıkları sorumluluk ve çabaları oranında, bir de uğraştıkları konular nispetinde üstün olabilirler.

Sıfatlar Hakkındaki Sapık İnancın Sonucu:

Nitekim bu anlamdaki bir tevhid inancının sonucunda: Firavun ve kavminin kamil anlamda iman sahibi oldukları gerçek anlamda Allah’ı (c.c.) bilip tanıdıkları sonucuna varılmaktadır. Ayrıca bu görüştekiler için helal ve haram diye bir ayrım da ortadan kalkar.

Bunların inancına göre; insanın annesi ve kızkardeşi ile yabancı bir kadın, su ile şarap, zina ile nikah arasında bir fark yoktur. Hepsi de mübahtır. Çünkü hepsi de tek bir kaynaktandır. Hatta hepsi de o tek şeyin kendisidir.

Yine bu sapık düşüncenin bir devamı olan şu yanlışları da gündeme getiriyorlar: “Peygamberler, hak için tüm yolları daralttılar, hep sıkıntı getirdiler.” Oysa yüce Allah zalimlerin bu söylediklerinden münezzehtir.

Allame Ebu’l İzz sanki Muhyiddin Arabi’nin Füsus adlı kitabında yer alan şu ifadelerine işaret ediyor gibidir:

“Kim ilahlık iddiasına kalkışırsa o kimse bu iddiasında doğruaur.” Muhyiddin Arabi, “cünüp olan kimsenin, hayız halindeki kadının camide durup beklemesi mubahtır” diyor. Aynı zamanda bütün kadınların mübah olduğunu söylüyor, alemin ezeli olduğunu kabul ediyor ve bunu savunuyor.

“İbn Ebi Kebşe (Rasulullah (s.a.v.)’ı kastediyor). Tevhid erbabına dünyayı daraltımştır” diyor.

İbn Arabi‘nin “Fusus” adlı eserinde açıkça belirttiğine göre, “Insan riyazet yoluyla kemale erince artık insanlık yönü. ilahlık yönüyle karışır, yani Allah ile birlesir.”

Işte bu görüş Hıristiyanların görüşünün aynısıdır. Çünkü Hıristiyanlar da şöyle diyorlar: Allah’ın kelimesi, tıpkı suyun oğula (çocuğa) karışıp dönüşmesi gibi İsa (.a.s.) ile karışmış, içine girmiştir. Böylece İsa’nın (a.ş.) insanlık yönü Allah’ın ilahlık yönüyle karışmıştır. Allah (c.c.) hristiyanların İsa(a.s.)’nın Allah’ın (c.c.) oğlu iddialarından münezzehtir.

İnsanı dinsizliğe götüren bu konu Mecusilikten, putperestlikten ve (karanlık ve aydınlık ilahi diye iki ilaha inanan) Maniizmden daha kötüdür. Maniistlere göre alem, karanlık-la aydınlıktan meydana gelmiştir. Bunlar, aydınlığın. karanlıktan daha hayırlı olduğunda ittifak içindedirler. Çünkü aydınlık ilahi. övgüye değer olan ilahtır. Karanlık ise şerdir. Ancak bu görüşü savunanlar karanlığın ezeli ya da semadan yaratılmış olduğu konusunda ihtilafa düşmüş, ikisi arasında bir benzerlik ve denklik bulamamışlardır. Allah (c.c.) onların bu görüşlerini red mahiyetinde şöyle buyuruyor:

“... iki ilah edinmeyin...” (NahI: 16/51)

“Hamdolsun O Allah’a ki, gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti.” (En’am: 6/1)

Hulül ve İttihad savunuculannın bu inançları (karanlık ve aydınlık ilahı) “baba oğul ve Ruh-ul Kudüs” inancına sahip hıristiyanlardan daha bozuktur. Çünkü hıristiyanlar, alemin yaratıcısının. tek bir varlık olduğuna inanmktadırlar.

Vahdet-i Vücutçuların Şeyhu-l İslam Ebu İsmail

Abdullah El-Ensari’yi Delil Almaları:

Şeyhul İslam Ebu İsmail Abdullah el-Ensari Tevhid hakkında “Menazilussairin"(4) adlı kitabında şöyle diyor:

Kimse bir tek (olan Allah’ı gerçek manada) birleyemez. Çünkü onu (gerçek manada) birlediğini iddia eden inkarcıdır. Onu vasfetmek isteyenin birlemesi gerçeği aktarmaktan uzaktır. Ancak bizzat O’nun kendi kendisini birlemesi tevhiddir. Yoksa onu vasfedenin vasfetmesinin sonu gelmez.”

Ebu İsmail Abdullah bu ifadelerinde, “Allah’ı Allah’tan

başkası tanıyamaz” demek istememiştir. Batıl ehli olanlar

kendi görüşlerini güzel göstermek için, cahillerin yanında hatırı sayılır alimlerin isimlerini sayarak, onların da kendileri gibi düşündüklerini söylerler. Gerçeği fark etmeyenlerin yanında, bu türden yollara başvurmuşlar ve kendi görüşlerini, sakatlıklarını İmam Cafer Sadık’a nisbet etmişlerdir. Oysa İmam Cafer Sadık, onu bilen ve tanıyanlarca, Şiilerin kendisi hakkında söylediklerinden tamamen uzaktır.

Hulul ve ittihad savunucuları mülhid (dinsiz)lere benzer. Mülhidlerin tutundukları şeyler: Attar, Hafız ve Mir Kasım el-Envar ve benzerlerinin söyledikleridir. Tüm bidatçılar, kendi iddialarını kuvvetlendirmek için Kur’an’dan birtakım ayetleri delil olarak getirir ve bazen de Rasulullah’a (s.a.v.) ait bazı hadisleri örnek olarak gösterirler.

Özetle deriz ki: Aslında Kur’an ve irfan sahibi kimselerin sözleri adeta Nil nehri gibi, sevenler için su, fakat gerçeği görmeyenler için de kandır. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“Biz Kur’an’dan müminlere şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. Ama bu, zalimlerin ziyanını artırmaktan başka bir katkıda bulunmaz.” (Isra: 17/82)

Bu durum, şu gerçeği gösteriyor; yüce Allah’ın indirdiğine uygun düşmedikçe bunun yorumlanması caiz olmaz.

Vacip ve Mümkün Olan Varlık:

Bir gerçek var ki, hem akıl yoluyla hem de nakil yoluyla şunu kesin olarak ortaya koymaktadır: Ortada iki varlık vardır; bunlardan biri vacip diğeri mümkündür. Biri öncesi olmayan, diğeri sonradan yaratılandır. Bunlardan biri, hiçbir varlığa ihtiyaç duymaz, fakat diğerleri Allah’a (c.c.) muhtaçtırlar. Bu iki varlıktan biri yaratan, diğeri de yaratılandır. Bu ikf varlıktan biri ötekisine eşit değildir. Bu iki varlık bir yönden müttefiktirler. Bir başka yönden de muhteliftirler. İttifak olunan şeyi inkar etmek durumunda kişi Muattıla görüşünü benimsemiş ve batıla inanmış olur. Her ikisini de denk kabul etmek durumunda, Müşebbihe görüşünü benimsemiş olur, bu da yine batıla inanmaktır. Her iki varlığı da bir ve bitişik olarak kabul etmekse, açıkça küfürdür. Artık bunun altında ya da içinde başka bir seçenek aramaya da gerek yoktur.

İşin gerçek yönü, bu ikisi her ne kadar ad~andırma bakımından -varlık oluşları itibariyle- ittifak etseler de şu noktada ittifak etmiş olurlar: Yüce Allah varlığıyla, ilmiyle, kudretiyle ve diğer sıfatlarıyla kendine özgü bir zattır. Bu sayılan şeylerin hiçbirisinde kul Allah (c.c.) ile ortak olamaz.

Aynı şekilde kulun da kendine özgü bir varlığı ve özellikleri vardır. Allah (c.c.) kuluyla ortak olmaktan münezzehtir. Bu iki varlığın; vucud, ilim ve kudret gibi bazı sıfatlara sahip olmaları tek vücut olarak ortaklıkları demek değildir.

Yüce Allah’ın Eşi ve Benzeri Yoktur:

Her şeyden yüce ve münezzeh olan Allah’ın (c.c.) zat yönünden dengi, benzeri olmadığı gibi, filleri ve sıfatlan bakımından da dengi ve benzeri yoktur. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“O’na benzer hiçbir şey yoktur.” (Şura: 42/11)

Yüce Allah’ın sıfatları konusunda red ifade eden bir ayet indiğinde. bu ayet Allah’ın reddedilen sıfatın zıttı, kamil bir sıfata sahip olduğunu ortaya koyar. Allah (c.c.) şöyle buyunıyor:

“Rabbin kimseye zulmetmez.” (Kehf: 18/49)

Bu ayette yüce Allah’tan zulüm sıfatı reddediliyor. Allah’ın (c.c.) zulmün zıttı olan sonsuz ve kamil anlamda adalet sahibi olduğu ifade ediliyor.

Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca birşey O’ndan gizli kalmaz...” (Sebe: 34/3)

Bu ayette de, yüce Allah’ın ilminin kemal derecede olduğu ve O’nun ilminin üzerinde ilim sahibinin olamayacağı bildiriliyor. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“... bize hiçbir yorgunluk dokunmadı.” (Kaf: 50/3)

Bu ayetten de yüce Allah’ın kudretinin kemalini ve sonsuzluğunu öğreniyoruz. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“Kendisini ne bir uyuklama, ne de uyku tutmaz.” (Bakara: 2/255)

Bu ayetten de yüce Allah’ın hayat sahibi (diri) olmada kemal derecede olduğu. Kayyumiyetinin üzerinde bir başka Kayyumun olamayacağı anlaşılıyor. Allah (c.c.): “Gözler O’nu görmez.” (En’am: 6/103) ayeti ile bize kendisinin azamet ve kibriya sahibi olduğunu, “Kendisi doğurmamıştır.” (İhlas: 112/3) ayetiyle ise sonradan meydana gelmediğini bildiriyor. Yine “(Başkası tarafından) doğrulmamıştır.” (İhlas: 112/3) ayetiyle sonradan olanlara bir yer bırakmadığını, “Hiçbir şey O’nun dengi olmamıştır.” (İhlas: 112/4) ayetiyle de zat ve sıfatları yönünden O’na eşit bir varlığın olmadığını belirtmektedir.

Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“Ne göklerde ne de yerde Allah’ı aciz bırakacak(engelleyecek) bir şey yoktur. O bilendir, güçlüdür (kadirdir).”(Fatır: 35/44)

Yüce Allah bu ayetle dikkatimizi şıt noktaya çekiyor: Her şeyi bilen, her şeye kadir olan, ilim ve kudreti kemal derecede olan Allah’tır (c.c.). Bu nedenle O’nu aciz bırakacak hiçbir şey yoktur..

Ebu’l Hasan el-Eş’ari Mu’tezile’den naklen şöyle diyor: “Allah cisim, cüsse. suret, şekil, et ya da kan değildir, kişi olmadığı gibi. cevher ve araz da değildir. Herhangi bir rengi tadı, kokusu olan bir varlık da değildir...”

Yukarıdaki soyut redleri ele aldığımızda: Burada Allah’ın (c.c.) adı geçen niteliklere sahip olmadığı belirtilmiş, fakat Allah’ı (c.c.) öven herhangi bir söze yer verilmemiş, aksine su-i edeb de bulunulmuştur. Oysa yüce Allah’ın, kendi zatı ile ilgili olan ayetlerinde reddin arkasında övgü yer almaktadır. Örneğin: Allah’ın zalim sıfatına sahip olmadığı belirtilirken en üstün adalet sahibi olduğu vurgulanmaktadır. Bir kimse, herhangi bir devlet büyüğüne: “Sen aşağılık, sıradan biri değilsin” türünden adamı güya övmeye kalkışsa bu söylediklerinde doğru söylemiş olsa da hemen tenkide uğrar ve azarlanır.

Kişi, o kimse hakkında olmayan vasıfları toptan, bir defada söylerse, ancak o zaman onu övmüş olur. Mesela “vatandaşların arasında senin gibisi bulunamaz, eşsiz birisin” gibi...

Allah’tan (c.c.) söz edeken Rasukulah’ın (s.a.v.) kullandığı ifadeleri kullanmak, meseleyi ilahi ifadelerle ele almak en doğru davranıştır. Nitekim Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin de yolu budur.

Muhyiddin Arabi’nin Allah’ın (c.c.) Kelam Sıfatı Konusundaki Aşırılıkları:
Muhyiddin Arabi diyor ki:

“Varlıktaki her kelam O’nun sözüdür..

Dolayısıyla bizim için O’nun nesri de nazmı da birdir.” Bu adamlardan biri, bir köpeğin havlamasını işitir de, hemen ona “lebbeyk” yani “buyur efendim” der ve o köpeğin önünde secdeye kapanır. Doğrusu böyle bir durum açıkça küfürden başka birşey değildir. Bunun doğru olarak yapılabilecek bir yorumu olmadığı gibi Rasulullah’ın (s.a.v.) aşağıdaki hadisiyle de çelişmektedir. Ebu Hureyre’den Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Sizden herhangi biriniz bir köpeğin havlamasını ya da bir eşeğin anırmasını duyunca hemen Allah’a sığınsın. Çünkü o bir şeytan görmüştür.”5

Bu adamlar kelam konusunda söz eden herkesten daha sapık kimselerdir. Yine aynı şekilde hıristiyanlar da; “Isa (a.s.) Allah’ın kelimesinin ta kendisidir”diyerek Lahut ile Nasutu bir ve bitişik olarak kabul etmişler, ilahtan bir kısmın insandan bir kısma karışıp onunla birleştiğini iddia ederek, hem kendileri sapmış ve hem de başkalarını saptırmışlardır.



Ehli Sünnet’in Sıfatlara Bakış Açısının Misali:

Ehli sünnetin sıfatlara bakışı süte benzer. O süt ki, dışkı ile kan arasından çıkarılarak içenlerin boğazından rahatsızlık vermeden geçip gitmektedir. İşte teşbih ve ta’til arasından süzülerek, gerçek anlamda bir Allah inancı. Bu inancın içinde ne müşebbihe gibi Allah’ı bir başkasına benzetme vardır Nede Muattıla gibi tümüyle sıfatlan reddetmek vardır. Kısaca dışkı ile kan arasından sütün çıktığı ve içenlerin boğazından geçerken de bir rahatsızlık vermediği gibi, teşbihsiz ve redsiz halis bir inanç. Çünkü Muattıla görüşünde olanlar, yokluğa taparlar. Müşebbihe görüşünü savunanlarsa puta taparlar. Kuşkusuz sıfatlan tümüyle reddetmek, teşbihten daha kötüdür.

Delillere Yaklaşma Metodu:

Gerçekten uzak duran ve haktan sapanlar, Kitap ve Sünnet’i tahrif etmiş olurlar. Müctehid imamların sözlerine aykırı olacak şekilde Kitap ve Sünneti tevil etmek de~ gerçeği iptaldir. Nassları, asıl manasının dışındaki bir manada ele almak ve yerlerini değiştirmekse, yanlıştır. Böyle bir yola başvuran kimse hem dünyayı hem de dini bozmuş olur. Nitekim yahudiler ve hristiyanlar Tevrat ve İncil’in hükümlerini değiştirmede böyle bir yola başvurmuşlardır.

Allah (c.c.), onlar gibi bir durum içine girmekten bizi uzak kılsın. Sıfatları iptal edenler naslardan uzaklaşınca, sonuçta yahudi ve hıristiyanların yoluna girmiş oldular. Dolayısıyla nice bozuk ve yanlış tevillerle din aleyhinde cinayetler işlediler.

Nitekim Osman’ın{r.a.) şehit edilmesi de böyle bozuk ve fasit bir tevil sonucu olmuştur. Aynı şekilde Cemel, Sıffm savaşları, Hüseyin’in (r.a.) şehid olması, Hare hadisesine rol oynayan en önemli faktör, bu yanlış tevil, bozuk ve fasit yorumlar olmuştur. Hatta Haricilerin isyanı Rafızilerin hareketleri Mutezile’nin çıkışı, ümmetin fırkalara ayrılması, evet bütün bunların tümü bozuk ve fasit teviller sonucu meydana gelmiştir. Bu tevillerde hep, aklın kıt ve kısır görüşüne uyulmuş ve kötü sonuçlar meydana gelmiştir.

Nasıl olur da, Allah (c.c.) Rasulü’nün (s.a.v.) yapmış olduğu tefsir ve yorumun dışında bir tefsir ve yorumla Allah’ın Kitabı tefsir edilebilir. Oysa yüce Allah Rasulullah’ın (s.a.v.) hakkında şöyle buyurmuştur:

“...kendilerine indirileni insanlara açıklayasın...” (Nahl: 16/44)

Peki o halde, yüce Allah’ın zatı ve sıfatları hakkında kendi heva ve hevesleri doğrultusunda bidata varacak şekilde konuşanlara ne buyurulur?

İşte bu bakımdan “Naklin delalet ettiği şey üzerinde akıl tanıktır, akıl, naklin aslı ve temelidir” diye görüş belirtenlerin sözlerine itibar etmemek gerekir. Çünkü bu adamlar:

“Akıl ile nakil çelişirse, biz aklı ön plana alırız” demektedirler. Oysa akıl ile nakil, çelişince, naklin akla takdimi vaciptir”(6) Öncelik, aklın değil naklindir. Çünkü nakil akla mutabık olmaz. Zira akıllar farklı farklıdırlar. İşte bunun içindir ki, akılcılıkla oraya çıkıp öylece hareket edenlerin hepsinin farklı farklı görüşler ortaya koydukları görülür. Bunun içindir ki, aklın nakille benzetilmesi yapılırken şöyle denmiştir: “Akılcı olan kimseyle nakilci olan kimsenin durumu, cahil taklitçiyle müçtehid alimin durumu gibidir. Asla birbirleriyle kıyaslanamazlar.”

Darani bu yüzden der ki: Hatıra gelen ve akılda karar kılan ne türden bir fikir olursa olsun, bunları öncelikle Kitap ve Sünnet terazisine vurur, bu ikisine uygun geleni alır kabul ederim, uygun gelmeyeni de bırakırım.”

Bir şeyi kabulde vacib olan: Allah (c.c.) Rasulünü sonsuz bir teslimiyetle hakem kılmak, başkasına muhakeme olmamaktır. O’nun emrinin, yerine getirilmesi geciktirilmez. haberinin derhal tasdiki gerekir. Yoksa bunlar, kendi mezheb imamının görüşüne, şeyhinin meşrebine, kendi çağındaki ve dönemindeki kimselerin düşüncelerine arzedilmez. Bu konuda yapılacak tek şey vardır. O da şudur: Kendisine bir hadis ulaştığında bu konuda başkalarını taklid etmeksizin “Bunu bir araştırayım, sahihse uygularım” diye düşünmelidir. İmam Ebu Hanife şöyle der:

“Herhangi bir kimsenin nereden aldığımızı bilmeden, bizim sözümüzle hareket etmesi, ona helal olmaz”

İmam Şafii merhum da şöyle demiştir: "Ortada hadis olduğu sabit olunca, benim sözümü al, duvara çal.”

Eğer din konusunda ictihad derecesine gelmiş bu zatlar böyle diyorlarsa, Muhiddin Arabi ve başkalarını taklid edenlere ne demeli? Söylenen sözler, Kitab’ın ve Sünnetin açık nasslarıyla çelişiyor, küfrü gerektiriyor. 0 halde neden

buna itaatte ısrar ediliyor?

Özetle söylemek gerekirse: İslam’ı yaşamak Allah’ın Kitabı ve Rasulünün (s.a.v.) Sünnetine kesin teslimiyetle mümkündür.

Zuhri demiştir ki: “Elçilik görevini vermek Allah’tan, aldığı görevi yerine getirmek (tebliğ etmek) peygamberdendir. Bizim görevimizse teslimiyet göstermektir.”(7)

Doğrusu bu söz, gerçekleri içinde toplayan bir ifadedir. Kim tehlikeli ilimden ayrılıp uzaklaşmak isterse onu öğrenir Kim de teslim olmaya yanaşmazsa, o da gerçek anlamda tevhidi bulmaktan uzaklaşır, tahkik makamına eremez, taklid uçurumuna yuvarlanır. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“Allah’tan, bir yol gösterici olmadan yalnız kendi keyfıne uyandan daha sapık kim olabilir?”(Kasas: 28/50)

Bu facirler ilahi şeriat ilimlerıni bir kenara bırakıp nefse bağlı tabii ilimlere yönelmişlerdir; Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Faydasız ilimden, ürpermeyen kalpten Allah’a sığınırım”’

İnsan için en yararlı gıda, iman gıdasıdır. En faydalı tedavi de Kur’an ile olan tedavidir. Kim, Kitap ve Sünnetin dışında bir şeylerden şifa bulmaya çalışırsa, bu kimse cahillerden daha cahil, sapıklardan daha sapıktır.



Dünyayı Bozanlar:

Abdullah b. Mübarek şöyle diyor:

“Günahlar gördüm, bunlar kalpleri öldürür. Bu günahlarda ısrar etmekse zillet getirir. Günahları terk etmekle kaller dirilir. Dini bozanlar: devlet adamları, kötü din bilginleri ve sözde zahidlerdir.” Çünkü zalim devlet adamları, zalim siyasetleriyle şeriata itirazda bulunur, kendi zalim idarecilerini Allah ve Rasulü'nün hükmünden üstün tutarlar. Kötü bilginlerse, kendi görüşlerini ön plana çıkararak, şeriata takdim eder, kendi bozuk kıyaslarını ileri sürerek Allah (c.c.) ve Rasulü'nün haram kıldığını helal, helal kıldığını da haram kılarlar. Daha önce ortadan kaldırılanı yeniden itibarli hale getirip, muteber olan şeyleri de ortadan kaldırır. Kayda bağlı kılınanları mutlaklaştırır ve mutlak olanı da kayda bağlarlar. Zahidler diye belirttiğimiz rahiplere gelince, bunlarda cahil tasavvuf erbabıdır. İman ve İslam gerçeklerine itirazda bulunup dururlar. Şeriatın incelikleri ve hükümlerini kendi zevk ve istekleri doğrultusunda, hayallerinde gerçekleştirdikleri batıllar çerçevesinde ele alırlar. Nefsani istekleriyle ve şeytanlığı içeren batıl keşifleriyle dini değerlendirirler. Böylece Allah’ın (c.c.) izin vermediği bir din icadına kalkışırlar. Yüce Allah’ın Rasulullah’ın (s.a.v.) diliyle şeriat olarak gönderdiği dini iptal eder, iman hakikatlerinden yüz çevirirler.

Öncekiler şöyle derlerdi: “Siyasetle şeriat çelişince, siyaseti korumak için siyaseti şeriate takdim ederiz, önceliği siyasete veririz” Sonrakiler de şöyle diyorlar: “Akıl ile na

kil çatışınca, aklı nakle takdim ederiz, önceliği akla veririz Çünkü nakli isbat eden, ortaya koyan akıldır” Zevklerine goöre hareket edenler de şöyle derler: “Keşifle şeriatın zahiri çatışınca, biz keşfi şeriata takdim ederiz. Önceliği keşfe veririz. Çünkü haber, bizzat o şeyi görme gibi değildir”

Bu zavallılar şu gerçeği bilemediler: Allah (c.c.) ve Rasulünün (s.a.v.) verdiği haber halkın gördüğü şeylerin de üzerinde bir değere sahiptir. Çünkü haberi bizzat veren Allah (c.c.) ve Rasulüdür. Şimdi nasıl olur da, birçok ihtimallerin bulunduğu bir keşfi Allah (c.c.) ve Rasulünün (s.a.v.) haberinin üzerinde tutarlar?

Ortada nassın ve hükmün varlığına rağmen kim kendi görüşüne dayanarak, kendi zevkine bağlı kalarak veya siyasetine bakarak birşeyler söylerse ve nassı, akılla çelişir görürse, bu kimseyi şeytan şaşırtmış, kendine benzetmiştir. Çünkü şeytan da Rabbimin emrine teslim olmamış aksine şöyle konuşmaya kalkışmıştır.

“(Iblis): ‘Ben, ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın’ dedi.” (A’raf: 7/12)

Halbuki Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“Kim, Rasule itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa: 4/80)

“De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.”(Al-i İmran: 3/31)

“Hayır! Rabbin Hakkı için onlar aralarından çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme, içlerinde bir burukluk duymadan, tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa: 4/65)

Nakille akıl arasında şaşkın şaşkın dönüp dolaşan, küfür ile iman arasında debelenip duran, doğrulama ile yalanlama arasında gezinen, ikrar ile inkar arasında yalpalayıp kalan kimse vesveselidir, şaşkındır, şüphecidir. Tasdik eden bir mümin olmadığı gibi, yalanlayan bir inkarcı da değildir Ortada kalmıştır. Nitekim Tahavi de böyle demiştir.’(9)

Kader:

Allah’ın (c.c.) kaderini anlayamayan kimseler halk içinde. gönül gözleri en kör olan, Allah’ı (c.c.) en çok tanımayan, yüce Allah’ın kainat ve dünya ile ilgili hükümlerini hiç bilmeyenlerdir. Çünkü asıl taat şeri olan emre muvafakattır. Yoksa kadere ve dilemeye olan muvafakat ve taat değildir. Kadere muvafakat taat olsaydı, bu takdirde İblis en büyük itaatkar olanlardan olurdu.

Bu konuda sözün özü şudur: Kul nefsinin acizliğini, güçsüzlüğünü ve Allah'a (c.c.) muhtaç olduğunu görüp anladığı andan itibaren, göz açıp kapanacak kadar bir zaman dilimi içinde bile O’nsuz olamayacağını farkettiğinde Allah (c.c.) ile beraber olur, yoksa bizzat fiili beraberlik olmaz. Kul, böyle bir duruma gelince, günah işlemesi mümkün değildir. Çünkü bu durumda çevresini adeta bir kale kuşatmış gibidir ki, o kaleyi kimse kolay kolay yıkamaz. Bu öyle bir makamdır ki, kul Allah (c.c.) ile işitir, O’nunla görür, O’nunla tutar ve O’nunla yürür."(10) fakat kul ile Allah arasına bu noktada bir engel girer ve kul, kendi nefsiyle başbaşa kalırsa bu andan itibaren artık nefsinin baskıları onu çepeçevre kuşatır. Artık üzerine kapılar, eşikler, pencereler kapanır. Her taraftan üzerine avcılar saldırır. Kendisinden bu doğal vücudun sisleri dağılınca, bu defa kendisine şeriatın kapısı açılır. Bu kapıda pişmanlık, tevbe, yaptıklarını kötü görme, hakka dönüş vardır. Çünkü kişi masiyet içindeyken, kendisiyle Rabbi arasında bir perde germiş, bir engel oluşturmuştur. Bu durum ortadan kalkınca kendi nefsiyle değil Rabbiyle başbaşa kalır: Nitekim aşağıdaki hadiste de bu noktaya işaret edilmektedir. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Zina yapmakta olan zinakar, mümin haldeyken zina yapmaz.”(11)

Çünkü kaderin sırrı. beşerde gizlenmiştir. İncil’de şöyle bir ifade yer alır: “Ey İsrailoğulları! Rabbimiz niçin bize emretti? demeyin. Ancak: “Rabbimiz bize ne ile emretti deyin”

Zira yüce Allah adaletinin ve hikmetinin kemali nedeniyle yaptıklarından sorulmaz. Bu mücerred kanundan dolayı ve kudreti sebebiyle değildir. Sırf hikmeti ve adaletinin kemali sebebiyledir. Ancak Cehm b. Safvan ve taraftarları farklı görüş ileri sürüyorlar. O bizi ilgilendirmez.

Tahavi, ilmin iki tür olduğunu söylemiştir. “Bu ilimlerden biri hak içinde mevcuttur, diğeri ise kaybolmuştur. Mevcut olan ilmi inkara kalkışmak küfür olduğu gibi kayıp olan ve bize verilmemiş olan bir ilim iddiasına kalkışmak da küfürdür. Bir kimse ancak var olan ilmi kabullenmek ve inanmakla imanlı sayılır. Bu durum onu var olmayan ve verilmeyen ilim istemeyi bırakmakla yükümlü kılar. Aksi takdirde yine mümin sayılmaz.”

Burada verilmeyen ya da kayıp olan ilimden amaç. kaderle ilgili ilimdir. Yüce Allah bunu insanlara vermemiştir. İnsanların bununla uğraşmalarını nehyetmiştir. Tahavi ‘nin belirttiği mevcut ilimle de şu kastolunmaktadır: Mevcut ilimler, şeriatın tüm yönleriyle,usul ve furuuyla olan ilimleridir. Kim, Rasulullahın (s.a.v.) yüce Allah’tan getirdiği şeyleri inkara kalkışırsa o kimse kafirlerden olmuş olur. Yine kim de “Ben gaybı bilirim.” iddiasındaysa. onların da hükmü aynen öncekiler gibidir.

Cehm b. Safvan Cebriye mezhebinin lideri durumunda bulunan Safvan et-Tirmizi’nin oğludur. Bu zat: “Halkın fiillerinden olan tedbirin tümü Allah’a (c.c.) aittir ve tamamı da zorunlu fiil ve hareketlerdir; tıpkı felçli kimsenin el ve ayaklarının titremesi, ağaçların hareketleri gibi. İşte burdan insanlara izafetine gelince; tıpkı herhangi birşeyin kendi mahalline izafeti gibidir. Yoksa o şeyin elde olunan şeye izafeti gibi değildir.” demiştir.

Mutezile’ye gelince onlar da Cebriye’ye şöyle mukabele ettiler. “Tüm canlılardaki isteğe bağlı olan filler, o canlıların yaratmasıyladır." Bunların fiillerine ilişkin olarak meydana gelen şeylerin Allah’ın (c.c.) yaratmasıyla ilgisi
yoktur.” Ayrıca yine bunlar Allah’ın (c.c.) -haşa- kulların fiilerini yaratmaya kadir olup olmadığı hususunda da ihtilafa düşmüşlerdir. Hak erbabı bu hususta şöyle derler: “Kullar kendi fıilleriyle ya itaatkar ya da isyankar olurlar. Bütün bunlar da Allah’ın (c.c.) yaratmasıyladır. Hak olan yüce Allah mahlukları yaratmada bir tektir. O’ndan başka herhangi bir yaratan yoktur.”

Cebriye mezhebinden olanlar, kaderi kabul noktasında aşırılığa saptılar, temelde kulunişini inkar ettiler. Müşebbiheden olanlar da sıfatlan kabul noktasında aşırılığa gittiler, yüce Allah’ın sıfatlarını mahlukatın sıfatlanna benzettiler.

Kaderi inkar eden Kaderiye mezhebine gelince: Bunlar kulları Allah (ç.c.) ile birlikte yaratan olarak kabul ettiler. İşte bunun içindir ki, ümmetin Mecusileri(12) kılındılar, hatta Mecusilerden de aşağı kabul edildiler. Çünkü Mecusiler
iki yaratıcı kabul ederken, bunlar daha çok yaratan olduğunu kabul ettiler. Allah (c.c.) ihtilafa düştükleri konularda Ehl-i Sünnet’i hidayete erdirdi. Yüce Allah d iğini doğru yola iletir. Cebriye’nin kendileri açısından delil o arak ileri sürdükleri:

“(Ey Muhammed!) Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı” (Enfal: 8/17) ayetine gelince: Bu ayet onların lehine değil. aleyhlerine bir delildir.

Çünkü herşeyden münezzeh olan Allah (c.c.) bu ayete “atma” olayında varlığını ortaya koymaktadır. Bu da şunu gösterir: Ortada bir şeyin atılması varsa atılanın bir başlangıcı ve bir sonu vardır. Bunun başlama noktası onu tutmaktır, sonu da isabettir. İşte bu iki olayın birlikte olmasına “atış” denir.

Diğer taraftan: “Sen attığın zaman kesbi olarak onu attın, yoksa onu yaratma olarak atmadın. Çünkü onu Allah (c.c.) attı, seni yarattığı gibi, senin yaptığın atışın sebeplerini de O yarattı.”

Allah (c.c.) Hakkında Bilgi:

Yüce Allah’ın O, mevcudatı yaratmadan ve kainatı ortaya koymadan önce nasıl idiyse o manada var olduğuna inanmak gerekir.

Yüce Allah “aleme, bitişiktir ve alemden ayrı değildir’ sözünün, kabullenebilir bir yanı yoktur. Oysa ki O her şeyin yaratıcısıdır. Bu itibarla yüce Allah (c.c.) nasıl ki mekandan münezzeh ise, aynı şekilde başkasına mekanlık etmekten de münezzehtir. Böyle bir görüş ileri süren kimse, felsefecilerin görüşlerine yönelmiş demektir. Bunlar Allah’ın sıfatlarını kabul etmezler.

İmam Ebu Hanife şöyle demiştir: “Herhangi bir kimsenin yüce Allah’ın zatıyla ilgili söz söylemesi doğru değildir. Yüce Allah zatını nasıl vasfetmişse öylece vasfetmek gerekir.”

Ayrıca dikkat çekilmesi gereken bir nokta da şudur: “Herhangi bir kimsenin; inandığı şeyi vehim yoluyla ve yanlışlıkla şu ya da bu şekilde ifade etmesi halinde o kimse özürlü kabul edilir.” gibi bir düşünceden oldukça uzak durmak gerekir. Böylelerinin mazur sayılması bir tarafa böyle yanlış bir inanca sahip olanlar müslümanların ittifakıyla iftiracı durumuna düşmüş olurlar.

Diğer taraftan bu akidenin hak ehlinin sözüne aykırı bir şekilde batıl olarak tevili ona herhangi bir zarar getirir mi, getirmez mi noktası da ihtilaflıdır. Kelamcılardan, fıkıh bilginlerinden ve hadis alimlerinden bazıları bunun küfür olduğunu söylemişlerdir.

Cehmiyye’nin İman Anlayışı:

Tahavi akidesini şerheden zat diyor ki: “Cehm b. Safvan’ın mezhebine göre, iman denen olay yalnızca kalple bilmektir, tanımaktır. iman etmek için bu yeterlidir. Buna göre Firavun ve kavmi mümindirler. Çünkü bunlar zaten Musa (a.s.) ile Harun (a.s.)’un doğruluğunu biliyorlardı, fakat her ikisine de iman etmiyorlardı. Sadece doğruluğunu biliyorlardı. Bunun içindir ki, Musa (a.s.) Firavun’a şöyle diyordu:

“Bunları, ancak göklerin Rabbinin (benim doğruluğumu belgeleyen) kanıtlar olarak indirdiğini pekala bildin.”(Isra: 17/102)

Nitekim kitap ehli de Rasulullah’ı (s.a.v.) kendi oğullarını ve çocuklarım tanıdıkları gibi, tanıyor ancak iman etmiyorlardı. Ebu Talip de böyleydi.

Konu Cehm’in dediği gibi olsaydı, ona göre İblis de mü’min olurdu. Çünkü o Rabbini biliyor ve tanıyordu. Nitekim Rabbine şöyle diyordu:

“Rabbim, bari tekrar dirilecekleri güne kadar benim canımı almayı ertele!’ dedi.” (Hicr: 15/36)

“Rabbim, beni azdırmandan ötürü, andolsun ki, ben de yeryüzünde onlara günahları süsleyeceğim ve onların hepsini azdıracağım.’ dedi.” (Hicr: 15/39)

“Senin izzet ve şerefine andolsun ki, onların tümünü azdıracağım’ dedi.”(Sa’d: 38/82)

Cehm b. Safvan’a göre küfür Allah’ı (c.c.) tanımamak ve bilmemektir. Dolayısıyla bu ifadeyle Cehm’den daha çok Rabbini bilmeyen ve tanımayan bir cahil yoktur. Çünkü Cehm, Allah’ı mutlak vücud olarak kabul ediyor, O’nun her manadaki sıfatlarını da ondan alıyordu.

Cehm b. Safvan Horasan’da bulunurken bu görüşlerini açıkladı. Orada Hind felsefecilerinin Semniye adını verdikleri bazı felsefecilerle münazaraya girişti. Bu felsefeciler duyularla anlaşılmayan şeyleri inkar ediyorlardı. Bunlar Cehm’e: “Şu senin kullukta bulunduğun Rabbin görür mü, koklar mı, tadar mı, dokunur mu” (ya da şu ibadet etmekte olduğun Rabbin görülür mü, koklanır mı, tadılır mı, dokunulur mu?) diye sordular. Cehm “hayır” deyince onlar “O halde Rabbin yok” demektir.” dediler. Cehm de bunun üzerine şüpheye düşüp, kırk gün ibadet etmedi. Böylece kalbinde ilahtan birşey kalmayınca. şeytan gönlünde kendi görüşü doğrultusunda bir ilah nakşetti. Oda yüce Allah için: “O mutlak vücuttur.” diyerek, Allah’a (c.c.) ait diğer vasıfları reddetti.

İslam alimleri Cehmiye mezhebiyle ilgili tartışmalarını sürdürürlerken bunlann ayrılan 72 fırkadan olup olmadıkları noktasında ihtilafa düşmüşlerdir.

Cehennem Ebedi midir?:

Hak olan inanca göre, Cennet ve Cehennemin her ikisi de ebedidir. Kitap ve Sünnette buna ilişkin deliller çoktur. Bir diğer görüşe göre Cennet ebedi, Cehennem fanidir.

Tahavi akidesini şerh eden zat diyor ki: “Bu selef ile haleften bir cemaatin görüşüdür. Bazı tefsir kitaplarıyla diğer Kitaplarda da yer almıştır.

Bir an olsun, böyle birşeyin varlığını kabul etsek bile, bu yalnızca müminlerden asi olan bir tabakaya özgüdür, yoksa kafirlerle ilgili değildir. Bunun Abdullah b. Ömer, İbn Mesud, Ebu Hureyre, Ebu Said ve başkalarından mutlak manada nakledilmiş olması da böyle bir tevili gösterir.

Ebul Izz der ki: “Abd b. Humeyd meşhur tefsirinde kendi senediyle bunu Ömer’den (r.a.) rivayet ediyor. Ömer(r.a.) şöyle söylemiştir: “Eğer Cehennem halkı, Cehennem de aliç (çöl) kumu sayısınca kalacaklarını bilselerdi bu onlar için bir gün oradan çıkabileceklerine ilişkin bir zaman dilimi olurdu.”(13) Ayrıca Cehm b. Safvan Cennet ve Cehennem’in fani olduğunu söylemiştir. Ancak tüm Ehl-i Sünnet mezhebi onun bu görüşünü reddederek, bu inancından ötürü, onun küfre girdiğini belirtmişlerdir.
Mutezile mezhebinin sayılı bilginlerinden olan Ebu’l-Huzeyl Allaf da Cehm’in bu görüşüne katılanlardandır.


Ebul İzz şöyle devam ediyor: “Alimlerin, Cehennem’in ebediliğiyle ilgili olarak farklı görüşleri vardır. Şimdi bu görüşlerden bazılannı sunalım:
a- ‘Cehennemlikler belirli bir süre orada azap görecekler, daha sonra oradan çıkarılacaklar, onların yerine başkaları girecektir.’ Yahudilerden kaynaklanan bir görüştür. Yahudiler Rasulullah’a (s.a.v) böyle bir görüş belirtince Rasulullah (s.a.v.) kendilerini bu görüşleri sebebiyle yalanlamıştır.’4
Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur:
“Bir de dediler ki: “Sayılı birkaç gün dışında bize ateş dokunmayacaktır. De ki: Allah’tan bu hususta bir söz mu aldınız?” (Bakara: 2/80)

b- ‘Cehennem halkı çıkacak, Cehennem, içinde hiç kimse kalmaksızın sonsuza dek devam edecektir.’

c- ‘Cehennem de bizzat yok olacaklar arasındadır. Çünkü o da sonradan yaratılmıştır. Bir şeyin sonradan yaratıldığı kesinlik kazanınca, o şeyin aynı zamanda baki kalması da imkansızdır.’ Bu görüş Cehm b. Safvan ile taraftarlarının görüşüdür. Bunlara göre, Cehennem ile Cennet arasında bu noktada herhangi bir fark yoktur. Nitekim daha önce de bu konuya değinilmişti.

Cehm’in bu noktadaki şüphesi şöyle cevaplandırılmıştır:

“Cennet ile Cehennemin baki kalmaları, bizzat kendi varlıklarıyla değil yüce Allah’ın baki kılmasıyladır.”

d- “Cehennem ehlinin hareketleri orada yok olur, hepsi cansızlara dönüşür, bununla birlikte acıyı da duyarlar.’ Bu da temelde Cehm ile aynı görüşü paylaştığı halde, bazı ikinci dcrecedeki hükümlerde Cehm’e muhalefet eden Ebu’l Hüzeyİ’in görüşüdür.

e- "Cehennemlikler Cehennem’de azap görecek, daha sonra tabiatlrı değişip, ateş tabiatlı olacaklardır. Cehennem ateşi ile tabiatları aynı olacağından Cehennem’de ateşten haz duyacaklatdlr.’ Bu da vahdet-i vücutçuların, lideri durmunda bulunan Muhiddin Arabi’nin görüşüdür. Bütün bu ileri sürülen görüşlerin batıl olduğu kesindir. Bu görüşler Kitap, Sünnet ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebine de aykırıdır.

Son görüşün batıl ve asılsız olduğunu gösteren deliller şunlardır: Allah (c.c.) şöyle buyuruyor.

“İçleri piştikçe azabı tatsınlar diye onlara başka deriler vereceğiz.”(Nisa: 4/56)

“Şimdi tadın (yaptıklarınızın tadını) size azaptan başka birşey arttırmayacağız.” (Nebe:78/30)

Orada(cehennemde) onların azabları kendilerinden azab hafifletilmeyecektir. Onlar için sürekli bir azap vardır. Azap kendilerinden hiç hafifletilmeyecektir. Onlar azap içinde umutsuzdurlar! (şaşkındırlar)” (Zuhruf: 43/75)

Nebiler Velilerden Ustündür:

Tahavi akidesinde şöyle bir ifade yer alır: “Bir tek nebi tüm velilerden daha efdaldir.” Bu kitabın şarihi de der ki: “Tahavi burada şuna işaret ediyor: Burada Vahdetçilere ve cahil tasavvuf erbabına bir cevap vardır. Çünkü cahil tasavvufçular riyazetleri, gayretleri, fazlaca ibadetleri ve nefislerini arındırmalarıyla peygamberlerin ulaşabildikleri dereceye ulaşacaklarını sanıyorlar. İşte burada onlara bir cevap verilmiş olmaktadır.
Bunlardan bazılan, şöyle derler: “Nebiler ve Rasuller ilimlerini Allah’tan (c.c.) alırlarken velilerin sonuncusunun aldığı kaynaktan alırlar.’’

Dolayısıyla Muhiddin Arabi, kendisinin velilerin sonuncusu olduğunu iddia ediyor. O, nebilerin velayetten yararlandıkları düşüncesindedir.
Yüce Allah’ın da buyurduğu gibi, velayet derecesi müminler için söz konusudur. Allah (c.c..) şöyle buyuruyor: “Iyi bil ki, Allah’ın velilerine korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar ki, Allah’a iman edip emirlerine aykırı hareket etmekten sakınırlar.” (Yunus: 10/62-63)
Peygamberlik velayetten daha özel bir konudur. Velayet, nübüvvet derecesine ulaşamaz. Risalet mertebesi de nübüvvete göre daha özeldir.

Muhyiddin Arabi’nin kendisini Rasulullah’tan (s.a.v.) üstün Görmesi:

Muhiddin Arabi, Füsus adlı kitabında şöyle demektedir:

“Rasulullah (s.a.v.) nübüvveti bir duvardaki tuğlaya benzettiğinde gördü ki, duvar tamamlanmış ama, henüz o duvarda bir. tuğlalık yer vardır. Rasulullah (s.a.v.) kendisini işte o gediği kapatan ve kemale erdiren tuğla olarak tanımlamıştır."

Velilerin sonuncusunun bir yerinin olması gerekir, düşüncesiyle o da kendisini duvarda eksik kalan iki tuğladan biri olarak tanımlıyor. Biri Rasulullah (s.a.v.) diğeri de kendisi. Bu iki tuğladan biri gümüşten diğeri de altındandır. Gümüşten olan tuğla işin dış yönü ve buna bağlı olan hükümlerdir. Nitekim Allah’tan (c.c.) gizli olarak alınan şeylerin, zahiri olarak ortaya konmasıyla zahir de olanlar da buna tabi olurlar. Çünkü o durumu olduğu gibi görebilmektedir. Durumu olduğu gibi gördüğüne göre, mutlaka o şeyin öyle olması gerekir. İşte bu, batın anlamda altın olan tuğlanın yeridir. Çünkü veli olan kimse, onu bizzat meleğin aldığı madenden, öz kaynaktan alır. Oysa melek öz kaynaktan alır, peygambere onu vahiy olarak götürür. Bizim işaret ettiğimiz noktayı anlayabildiysen, faydalı ilmi öğrendin demektir.”

Tahavi şarihi diyor ki: “Bir kimse kendisini altın tuğlaya, ResululIah’ı (s.a.v.) da gümüş tuğlaya benzetir kendini Rasulullahtan (s.a.v.) daha üstün görürse buna ne denir? Doğrusu bu onların kuruntusudur.” Sözü böyle olanların küfürleri nasıl olurdu gizlenebilir ki? Ayrıca bu adamların buna benzer diğer sözlerinin de küfrü gerektirdiği açıktır.

Muhiddin Arabi ve benzerlerinin küfürleri öylesine ileri bir safhadadır ki bu.

“Allah’ın elçilerine verilen aynı, bize de verilmedikçe kesinlikle inanmayız”(En’am: 6/124) diyenlerin küfründen de ötedir. Gerçi Muhiddin Arabi ve benzerleri münafıktırlar zındıktırlar ve aynı zamanda Cehennem’in en alt tabakasında yer alacak olan vahdet-i vücutçulardır. Çünkü münafıklar kendilerini müslüman olarak tanıtmaları durumunda müslümanların kendilerine nasıl davranacaklarını bildiklerinden hep müslüman gözükürler. Nitekim münafıklar Rasulullah (s.a.v.) döneminde de müslüman olarak gözükmüş. küfürlerini hep gizli tutmuşlardır. Dolayısıyla Rasulullah da (s.a.v.) onlara müslümanlara davrandığı gibi davranmıştır. Şayet bunların herhangi birinden küfürlerini ortaya koyan bir durum ortaya çıkmış olsaydı, derhal haklarında mürtede uygulanan hüküm aynen uygulanırdı. Yardım Allah’tandır (c.c.).

Velayetin Olçüsü:

Kimi cahillerin: “Fakirler, durumlarını onlara teslim ediyorlar.” sözü batıl ve geçersiz bir sözdür. Bunların hallerinin ve fiillerinin şeriata arzedilmesi gereklidir. Ancak bundan sonra onlara uygun düşmeyeni de reddedilir. Nitekim hadiste Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Kim, bizim işimizle (dinimiz ve inancımızla) ilgisi bulunmayan birşey ortaya koyarsa, o merduttur."(16)

Bu itibarla Rasulullah’ın (s.a.v.) tarikatından sonra bir başka tarikat olmadığı gibi O’nun getirdiği şeriatten başka da şeriat yoktur. O’nun hakikatinin dışında bir hakikat O’nun akidesinin dışında bir akide de yoktur. Dolayısıyla ister kalbi ilgilendiren batıni anlamdaki işlerden olsun, ister bedenleri ilgilendiren görünürdeki amellerden olsun, bütün bu konularda Allah’ın (c.c.) Rasulüne uyulmadıkça halktan hiçbir kimse Hakk’a, Hakk’ın rızasına, Cennetine ve ikramına erişemez. Dolayısıyla da batıni ve zahiri olarak haber verdiklerini doğrulamadıkça mümin alamaz. Hatta böyle birinin veli olmasını bir tarafa bırakın, havada uçsa, denizde yürüse de mümin sayılmaz.

Nasıl olur da böyle bir kimse için velayet söz konusu olabilir. Çünkü bu adam yapmakla yükümlü bulunduğu fiilleri terk edip, sakıncalı şeyleri bırakıyor olsa bile yaptığı işler şeytanidir. Bunlar da kişiyi Allah’tan (c.c.) uzaklaştırdığı gibi, O’nun gazabına götürür.

Söz, fiil ve hareketlerinde Rasulullah’a (s.a.v.) uymamakla birlikte kendisini veli olarak tanıtan kişilere uyanların durumu da diğerleri gibidir.

Melami taifesi “Biz batın anlamda peygambere uymaktayız.” diyerek kendi amellerini gizlemeye çalışıyor, güzel bir ses duyduklarında hemen haykırıp nara atıyor bayılıp kendilerinden geçiyorlar. Normal bir insanın güzel bir ses duyduğunda bu duruma gelmesi olası değildir. Sahabi ve Tabiin Kur’an-ı dinlerken bile bayılıp kendilerinden geçmemiştir. Kur’an’ın kendilerini tanıttığı gibi davranırlardı.

Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“...Allah anıldığı zaman yürekten ürperir.” (Enfal: 8/2)

Hızır Musa’ya Niçin Uymadı?

Musa (s..v.) ile Hızır arasında geçen kıssadan, ledünni manadaki ilme sahip olan kişinin vahye gerek duymadığı anlamını çıkaranlar vardır. Bunlar dinsizdirler. Musa (a.s.) Hızır’a gönderilmiş bir peygamber olmadığı gibi Hızır da Musa’ya (a.s.) uymakla emrolunmuş biri değildir. İşte bunun içindir ki Hızır Musa’ya (a.s.): “Sen İsrailoğulları’nın Musa’sı mısın?” demiş ve Musa’da (a.s.): “Evet” demiştir.(17)

Oysa bizim peygamberimiz Muhammed (s.a.v), insan ve cinlerin tümüne peygamber olarak gönderilmiştir. Şayet Musa (a.s.) yaşıyor olsaydı, onun da Rasulullah’a (s.a.v.) tabi olması gerekirdi. Nitekim İsa (a.s.) yeryüzüne inince o da Muhammed’in (s.a.v.) şeriatiyle hüküm verecektir."(18) Kim, “Musa’nın (a.s.) yanında Hızır’ın durumu ne idiyse, Muhammed’in (s.a.v.) yanında İsa’nın (a.s.) durumu da aynıdır.” iddiasında ise o İslam’dan çıkmıştır.

Riyazet ve Halvet Yüzünden Cemaatten Kopanlar:

Riyazet ve halvet sebebiyle ibadete kapanan ve bundan ötürü de cuma namazını ve cemaatleri terkedenlerin hali şöyledir:
“Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve iyi iş yaptıklarım sanan kimseler...” (Kehf: 18/104) Alim de olsa kim Kitap ve Sünnetten ayrılırsa, gazaba uğrayanlardan ya da dalalete girenlerden olur.

İşte bundan dolayı yüce Allah her namazda bizi doğru yola iletmesi için O’ndan yardım istememizi emretmiştir. Bu doğru yol ki, yüce Allah’ın peygamberlerden, sıddıklardan, şehidlerden ve salihlerden olup da kendilerine nimet verdiği kimselerin yoludur. Bu yol gazaba uğrayanların ve dalalete sapanların, yahudi. hıristiyan ve benzerlerinin yolu değildir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Yahudiler, kendilerine gazap edilen toplumdur, hıristiyanlar da dalalette olanlardır “(19)

Seleften bir grup bilgin şöyle demişlerdir: “Kim alimlerden olup hak yoldan ayrılırsa, yahudilere, kim de abidlerden olup haktan ayrılırsa, hıristiyanlara benzer.”

Bunun içindir ki hak yoldan sapanların bir çoklannı Kelamcılar ve özellikle de Mutezile olanlar olduğu görülür. Bunlar ve benzerleri aslında yahudilere benzerler. Nitekim yahudi bilginleri, Mutezile mezhebinde önde gelenlerin kitaplarını okur ve aynı zamanda bunların izledikleri yolu da takdir ederler. Abidlerin önde gelenleri ve benzerleri de böyledir. Bunların bir çoğu ruhbanlığa özenir, hulul ve ittihada inanırlar.

Alimlerin İbn Arabi Hakkındaki Görüşleri:

Şeyh AIlame Cezeri(20) Muhiddin Arabi gibi adamların yazdığı kitapların okunmasını haram kabul ediyor. Cezeri diyor ki: “Nasıl olur da: Rabb, Hakk’tır ve Kul da haktır” türünden bir söz tevil olunabilir. Yine: “Allah’ı gereğince bilenler, ancak Muattıla ve Mücessime görüşünde olanlardır” türünden sözlerin hiç bir tevili olabilir mi?

Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“O’na benzer hiçbir şey yoktur.” (Şura: 42/11) İşte ayetin bu yönü Muattıla görüşünde olanlara bir cevap oluşturuyor.

“O işitendir, görendir.” (Şura: 42/11) ayetin bu bölümü de Mücessime’ye karşı bir delildir.

Yine bu adamın: “Tapınılan hiçbir kul yoktur ki O ancak Allah’tır.” tarzındaki sözüne gelince. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“Rabb’in ancak kendisine tapmanızı emretti.” (Isra: 17/23)

Bence bu adam akli dengesini yitirdiğinden dolayı bu tür saçmalıkları öne sürmüştür. Bu türden bir saçmalıkta bulunan bir kimsenin kafirliğini kabul etmeyenin kendisi kafirdir. Bu adam hakkında iyilik düşünen, bir kimsenin durumu şu iki halden başkası olamaz: Ya bu adam saftır, söylenen sözün ne anlama geldiğini bilmiyor ve böyle diyeni sofi olarak kabul ediyor, ilminin çokluğunu ve içtihadını aşan bir şekilde büyütmekte olduğundan bu kimse hakkında iyi zan beslemekte ya da bu adamı zındık ve herşeyi mübah sayan biri olarak kabul etmektedir. Bu durumda Hulul görüşüneinanıyor, vahdeti vücut inancına bağlı kalıyor. Bu sözünden de onun müslüman olduğunu anlıyor.Eğer Muhiddin Arabi gerçekten bu sözü söylemişse ve bunun zahirine inanarak ölmüşse, bu durumda bu adam Yahudilerden, Hıristiyanlardan daha necis ve murdardır. Çünkü Yahudi ve Hıristiyanlar böyle bir şeyi söylemiş olsalar da onlar her kadını helal saymıyorlar.


Bunun sözünü tevil etmeye gerek yoktur. Ancak Musa’nın (ki bu da peygamberdir) sözü tevil olunur. Dış yönü itibariyle küfür olan her sözün tevil yönüne gidilmesi halinde, hiçbir kafir bulunmaz. İbn Arabi Fütuhat adlı kitabında bunu söylemiştir. Aslında bu söz ilk bakışta tevili de caiz olmayan bir sözdür.”
Şeyh Alauddevle es-Semnani, İbn Arabi hakkında şöyle diyor: “Aklı başında bir insan, bu türden bir saçmalığı Allah’a (c.c.) nisbet edemez. Bundan dolayı, kesinlikle Allah’a(c.c.) dön ve nasuh anlamında bir tevbeyle tevbe et. Bu öylesine bir saçmalıktır ki, bundan Dehriler. Tabiatçılar, Yunanlılar ve Şekmaniler bile uzak durmaya çalıştılar.
Kim, Allah’ın (c.c.) varlığının vacipliğine iman etmezse o kimse kafirdir. Kim de O’nun, vahdaniyetine inanmazsa o gerçekte müşriktir. Kim de O’nun tüm mümkünlerden ve mümkünlere ilişkin herşeyden uzak olduğuna iman etmezse, bu da zalimdir. Çünkü böyle inanılmaması halinde, O’nun kemaline yaraşmayacak bir şey O’na nisbet edilmiş olur.


Zulüm: Herhangi birşeyi konulması gereken yere değil de, bir başka yere koymak anlamındadır. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “İyi bilin ki Allah’ın laneti zalimler üzerinedir"(Hud: 11/18)Yüce Allah, cahillerin kendisini vasfetmelerinden münezzehtir.”

İmam Fahruddin Razi diyor ki: “Kendi varlığını üstün gören bir kimse, hiçbir zaman Allah’a (c.c.) ibadet etmez. Çünkü o, kendi düşüncesinde canlandırdığı surete tapar.Allah (c.c.) da bu gibi şeylerden yüce ve münezzehtir.”

Aliyyul Kari diyor ki: “Vücudiye görüşüne sahip olanlar da aynı şekilde bir tapınma içindedir.”

Abdulaziz b. Abdusselam’a(21) Muhyiddin Arabi hakkında bir soru sorulmuş oda cevap olarak "O kötü bir şeyhtir, aşırı bir yalancıdır. Alemin ezeli olduğuna inanır ve her kadınla beraber olmayı mübah sayar.”

Allame b. Nureddin; büyük bir cilt eseri sırf bu konuya ilişkin olarak kaleme almış, bu eserinde Muhiddin Arabi’ye reddiye yazmıştır. Kitabına da: “Keşfu’z-Zulmeti an Hazibi’I-Ummeti” (Bu ümmetten karanlığı kaldırmak} diye isim vermistir.

Kamus sahibi(22)bir fetvasında, İbn Arabi’yi överek şöyle diyordu: “Doğrusu İbn Arabi‘nin daveti yedi kat goğü yarar geçer. Onun davetinin bereketi, tüm ufukları doldurur ve o mutlak anlamda tüm yaratılanların en faziletlisidir. Onun yazdıklarına gelince onun yüce, yazdıkları şeriat ilimlerinin yararlılarının en yücesidir"

Kamus sahibi ya İbn Arabi‘nin sözleriyle neyi ifade etmek istediğini anlamamıştır veya o da aynı görüşü paylaşmaktadır,Firuz Abadi şöyle demektedir İbn Arabi’nin söylediklerinden gerçekte neyi kastettiğini anlamayan ve kavramaktan aciz olan fakihler alimler, Ibn. Arabi’nin sözlerini dukduklarında,hemen redde kalkıştılar. Onu bidatçılıkla suçladılar. Onu kötülediler Çünkü bu adamlar İbn Arabi’nin ne söylediklerini anlamaktan yoksundurlar Oysa Ebu Hureyre(r.a.) ki ümmetin içerisinde en çok hadis bilendir- o bile şöyle söylemiştir:

“Rasulullah’tan (s.a.v) iki kap ilim aldım (hıfzettim) Bu ikisinden birini yaydım. diğerini ise: eğer yaymış olsaydım kesinlikle benim şu boynum vurulurdu."(23)

Işte Ebu Hureyre ‘nin burada işaret ettiği şey: zahir ehlinin bilemeyeceği hakikat ilimleridir. Çünkü yüce Allah bunu has kullarından sıddıklara, mukarreb ediblere ait kimmiş‘tir.” Biz bu gözleri büyük bir hata ve yanılgı olarak yorumluyoruz Bunu iki yönden ele alıp inceleyecek olursak:

1- Öncelikle, hatırı sayılır alimler İbn Arabi ‘yi reddetmişlerdir.

2-Yukarıdaki hadisin sahih "
..................
..................
Ebu Hureyre mezkur hadiste iki kap ilimle şunu kastetmiştir.
birisi insanlara söylemekte mahzur olmayan ilim
ikincisi ise yaşadığı zamanın fitneleri içerisinde, rasulullahın kötülediği yöneticilere kavuşmuş olmasıdır ki, Ebu Hureyre o zalim idarecilere Rasulullahın bu hadislerini bildirse idi veya kendilerinin fitne çıkarıcı zalimler olduğunu söylediği idarecilerin kulağına varsaydı onun boynunu vururlardı. Nitekim bu hususta kendisi sıkıştırılmıştır.
işte Ebu Hureyrenin kastettiği bu bilgilerdir. Yoksa tasavvufçu mülhidlerin yorumlamaya kalkıştıkları gibi bâtın ilim değildir. Nitekim Allah Rasulüne Sana vahyedileni tebliğ et, yoksa risaleti yerine getirmemiş olursun, buyurmuştur. Rasulullah ise Allah'tan geleni ümmetine bildirmiştir. Ebu Hureyreye ayrı bir din, Ebu Bekir'e ayrı bir din bildirmiş değildir (hâşâ). 

SEVGİDE ŞİRK : ALLAH'I SEVER GİBİ SEVMEK


"İnsanlardan kimi de Allah'tan başka şeyleri O'na eş tutuyorlar da onları, Allah'ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman edenlerin Allah sevgisi daha kuvvetlidir. O zulmedenler, azabı görecekleri zaman bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının gerçekten çok şiddetli bulunduğunu keşke anlasalardı." [Bakara: 165]

Bakara: 165. ayetin tefsiri:

Buna karşılık velileri, peygamberleri veya ruhlarını ya da melekleri müşriklerin araya giren mabudları gibi bir ilâhlık payı vererek sevmek, onları severken Allah'ı ve Allah'ın emirlerini unutmak, onlar adına kurbanlar kesmek, âyinler yapmak, onların isimlerini "Bismillah" gibi işlerin başı kabul etmek, "Onları, Allah'ı sever gibi severler" ifadesinin tam anlamıyla şüphe yok ki, bir şirk ve küfürdür.
Ayrıca böyle yapmak, onlardan uzaklaşmaktır. Çünkü onlar ancak Allah'ı sevmişlerdir. Üzülmekle beraber müslümanlık adına da böyle batıl bir sevgi akidesine tutulan ve bununla dindarlık yapıyoruz, zanneden birtakım gafil kimseler de ortaya çıkmıştır. Bunlar genellikle din ilminin iyi tahsil edilmediği ve dinî bilgilerin esası bilinmeden ağızdan ağıza bir efsane gibi dolaştırıldığı cahillik devirlerinde ve cahillik bölgelerinde ortaya çıkagelmiştir. Çünkü kulluk duygusu insanlarda yaratılıştan geldiği için gerçek ve gelişmiş din ilmi sönünce insanlar, ilk cahiliye devrindeki efsanelerle gönlüne doğan acayip hevesler içinde ibadete çalışır. Hurafelerle boğulur, gider. Ölü veya diri, cansız veya canlı putlara bağlanır.

VADET-İ VUCUD ŞİRKİ

Bununla beraber bu sapıklığın felsefe yoluyla ilim ve marifet adı altında gelişip yayılan kısmı da yok değildir. Bu elbette daha mühimdir. Burada Allah'ı inkar eden ta'tıl (batıl ve metruk, ateizm) felsefelerinden söz etmeye lüzum görmüyoruz. En derin cehalete eşit ve hatta daha beter olan ta'til (ateizm) felsefelerinin kötülüğünü, çeşitli yönleriyle hatırlatmaya ihtiyaç duyulmadığı gibi bunların ilmi ve felsefî bakımdan kıymetleri de yoktur. Fakat ilâhlık felsefesi ve vahdet-i vücud adı altında gizlenen bir metrût (ateist) felsefe vardır ki, din ve ahlâk adına ilmî ve hikemî şekilde en büyük zarar bundan doğagelmiştir. Her nerede bir şirk varsa bununla az çok bir alakası vardır.

İşte birtakım cahiller veya inkarcılar, Allah'ın hikmeti adıyla imkansız olan bu birleşmeyi veya hulûl ya da ta'tıl (ateizm, ilâhsızlık) teorisini vahdet-i vücud ve sırf tevhid diye ele alarak "O'ndan başka ilâh yoktur." demek "O'ndan başka mevcud yoktur." demek olduğunda ısrar ederler. Bunu da: "Her mevcud O'dur." mânâsıyla açıklarlar. Hatta külli mecmuî ile külli ifradîyi birbirinden ayırmayarak "Hepsi O'dur." derler. Her şeyden ötede Allah'ı görecek yerde, her şeyde ve hatta her şeyi Allah görmek isterler. "İlk ve son olan, açık ve gizli olan O'dur." (Hadid, 57/3) âyetinin açıkladığı birleşme mertebesini ayrılma mertebesinde ayrı ayrı söylerler ve böylece kendilerini Allah görmek ve göstermek için kâmil insanları, bizzat Allah gösterirler. Artık erenler, veliler, bir ilâhlar topluluğu manzarasında hayal edilir, oysa bu görüşün esasına göre şeytanların velilerden, kâfirlerin müminlerden farkı kalmaması gerekir. Çünkü her varlık O sayılır. İşte: "İnsanlardan kimi de Allah'tan başka şeyleri O'na eşler tutuyorlar da onları, Allah'ı sever gibi seviyorlar." âyet-i kerimesi özellikle bunları da red ve iptal içindir.

Zaten İsa'ya "Allah" veya "Allah'ın oğlu" denmesi de Mısır'dan, Hind'den, Yunan'dan, Roma'dan gelen bu birleşme teorisinin bir koludur. Bu aşırılıktan ve meseleyi karıştırmaktan kaçınmak için son zamanlarda İslâm dünyasında Hanbelîler içinden Vahhabî mezhebi ortaya çıkmıştır. Bu mezheb Allah'tan başka her kim olursa olsun ona hürmet göstermenin ve muhabbet beslemenin şirk olduğunu ilan etmiştir. Buna dayanarak kabirlere hürmet etmeyi bile şirk kabul etmiştir.

Böylece Allah'a eşler edinmek suretiyle zulmetmiş, haksızlık yapmış olanlar, yani Allah'a karşı başkalarını eş ve ortak tutmak; onları, Allah'ı sever gibi sevmek ve Allah'a karşılık onları bizzat kendilerine uyulacak varlıklar edinerek emirlerine itaat etmek özellikle Allah Teâlâ'nın hakkı olan ilâhlık sıfatına ve mabudluğuna başkalarını da ortak etmek en büyük zulümdür. "Şüphe yok ki şirk, büyük bir zulümdür." (Lukmân, 31/13) ve bunu yapanlar son derece zâlimdirler. Çünkü göklerin ve yerin yaratıcısı, kainat saltanatının mutlak hâkimi olan Allah Teâlâ'nın hakkına tecavüz etmek cüretinde bulunanlar, hangi zulümden sakınırlar? Allah'ın kullarına, aciz yaratıklarına neler yapmak istemezler? Bundan dolayıdır ki, dilimizde "Kork, Allah'tan korkmayandan." diye bir ata sözü vardır.
Elbette böyle yapan zalimler, birgün gelecek, Allah'ın azabını göreceklerdir. Bu zâlimler, işte o azabı gerçekten görecekleri vakit, Ne kadar kuvvet ve kudret varsa hepsi, Allah'ın olduğunu, ve Allah'ın azabının ne kadar şiddetli bulunduğunu bir görecek olsalar!...

Burada bu "onlar bir görecek olsalar" şart cümlesinin cevabı tehvîl (korkutmak, uyarmak) için hazfedilmiştir, belirtilmemiştir. Nitekim dilimizde de bu gibi tehdit makamında: "başına geleceği bilsen..." deriz ve cevabı gizli tutarız ki, bu gizlilikten maksat, bu cevapta anlatılması mümkün olmayan bütün tehlikeleri toplamaktır. Yani o gün bunların uğrayacakları acı, pişmanlık ve hasret, o kadar dehşetlidir ki, şimdiden anlatılması mümkün değildir. Neler olacak, neler çekecekler!..
ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR BAKARA 165 TEFSİRİ

 
  Toplam 189608 ziyaretçikişi burdaydı!  
 
islamakidesi.tr.gg
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol