İslam Akidesi
  HOCA EFENDİLER
 

HOCAEFENDİLER?!


Bugün, İslâm iddiasında bulundukları halde gerçekte teslim olmayanlar, Allah ile birlikte birçok İlah ve Rabler edinenler, Sosyalizme, Kapitalizme v.s. gıpta ile bakıp Demokrasi savunuculuğunu yapanlar, dinin doğru anlaşılmasının, İslâmi hareketle, Kur’ân’a yönelişin karşısındaki en ciddi engellerdir. Problemlerin hallini, Allah ve Hocaefendi, Allah ile Üstad ve Allah ve İdeologlar yaklaşımında arayanlar çözümlerini de peşinen beşer nezdinde bulmuşlar demektir.

Hâtemü’l Evliyâları (!) Hâtemü’l-Enbiyâ’dan üstün görüp bu zulümleriyle ümmet imamlığına soyunanlar… Nefisleri ile uydurup yakıştırdıkları birtakım paye ve ünvanların kendilerine vahiy ile verildiğini söyleyecek kadar işi zulme vardıranlar, söyledikleri İslâm dışı saçmalıkları Allah adına söyleyerek dine nisbet edenler, işte bunlar İslâm’ın anlaşılmasının, Kur’ân’a yönelişin yani fıtratların önündeki engellerdir. Bu durum da, hakkın bâtıl ile örtülmesidir. Neyin hak, neyin bâtıl olduğunu tefrik etmenin yolu, hissi ve tarafgirlikten uzak bir şekilde meseleleri Kur’ân ve Sünnet süzgecinden geçirmektir.

Konumuza ışık tutacak kısa birkaç alıntıyı gerçekten kalpleri mühürlenmemiş olanlar için kafi görüyoruz.

Günümüzde büyük çoğunluğun fetva makamı, dinini öğrenme kaynağı olarak ortaya koydukları, öğretileri sorgulanmayacak kadar kutsiyet atfedilen mücrimler ve muharrifler vardır. Bu muharrifler ya kendi isimleriyle veya –düşüncelerinin ayniyle savunulmuş olduğu başkalarının isimleriyle yaşayan geleneksel düşüncenin beslenme kaynağıdır. Aynı şekilde bu düşünceler, statükonun meşruiyetinin hem sebebi hem de selametinin teminatıdırlar. Bunların başını kuşkusuz Muhyiddin-i Arabî (H:560-638) çeker.


Muhyiddin-i Arabî


İbn Arabî, kitaplarını kendisinin yazmadığını, sadece kendisine indirileni dile getirdiğini söyler;

“…Çünkü bu kitap, nefis arzularından münezzeh ve içine fesad karışmamış olan en kudsî makamdan indirilmiştir… Çünkü ben ancak bana ilham olunan şeyi söyledim ve bu yazılı kitapta ancak bana indirilmiş olan hakikatleri dile getirdim.” (12)

“…Söylediğim her şeyi, bana Tanrı haber verdi… O, bana imlâ ediyor ve ben (bunları) kendi elimle yazıyordum… Benim lisânım, Hakk’ın lisanıdır, sözüm O’nun sözüdür…”(13) “Biz, bütün söylediklerimizde ancak Allah’ın bize ilka ettiği (ulaştırdığı) şeye dayanırız…(14) Sufiler delil ikame etmekten münezzehtir…”(15)

Oysa Rabb’ımız (c.c) böyleleri hakkında ne buyuruyor;

“Elleriyle (bir) kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için, “Bu Allah katındandır” diyenlere yazıklar olsun..! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü vay haline onların!” (Bakara/79)

Muhyiddin-i Arabî “Fusûsü’l-Hikem’de” geçen şiirlerinde şunları söylüyor:

“Bir vakit olur ki kul şüphesiz Rab olur.
Başka bir vakitte de iftirasız kulluk derekesine iner.
Allah beni över, ben de O’nu. O bana kulluk eder, ben de O’na.
Ey nefsinde varlıkları yaratan! Sen halk ettiğin şeylerin hepsisin.
Küfür ve isyan ehli cehenneme girseler de, orada kendileri için bir zevk ve lezzet vardır. O da onlar için bir cennettir.
Ancak onların cennetleri Huld cennetlerine benzemez. İkisi birdir amma aralarında tecelli farkı vardır…16

İster Hakk ol, ister Halk ol, Allah ile Rahman olursun…” 17 diyen İbn Arabî;

“Mükemmel arif, tapılan her şeyin hakkın açığa çıktığı ve kendisinde hakka ibadet edildiğini görendir. Onun için kendisinde fena bulduğu (kadın) suretine girerek tekrar kendisine dönmesi için yıkanma (gusül) ile onu temizlemiştir… (Erkeğin) Allah’ı kadında müşahede etmesi tam ve en mükemmelidir… Allah maddelerden soyut olarak hiçbir zaman müşahede edilemez…” 19 der.

“Tasavvufun Şeyh-i Ekber’i teslis inancından daha çok ileri giderek, Allah’ın leş ve putlarda, Samirî’nin buzağısında, Hz.Musa’nın Firavun’unda ve pislik içinde yuvarlanan vücutlarda tecessüd ettiğine inanmış, şehvetleri alevlenen, güdüleri tutuşan ve her günahkarın önünde sere serpe açılıp günah bataklığına taşıyan ahlaksız kadının vücuduna büründüğünü söylediği bir tanrı anlayışına sahiptir.” 20

İbn Arabî’nin bu görüşlerini değerlendirecek olursak;

“İslâm’a göre yıldızlara tapanlar kafir olmuşlardır. Buzağıya tapan Yahudiler de kafir olmuşlardır. Hıristiyanlarda üç ortaklı (teslis) bir tanrıya taptıkları için kafir olmuşlardır. Cahiliye Arapları da ölenlerin putunu dikip hayatta kendilerine umut ve emellerle yöneldikleri gibi, ölümden sonra da benzer umut ve emellerle kendileriyle Allah arasında aracılıklarını sağlamak için putlara taptıklarından dolayı kafir olmuşlardır. Bütün bu gruplar ve insanlar Allah’tan başka varlıklara taptıkları için kafir oluyorken, acaba her şeye tapmaya çağıran İbn Arabî ve benzerleri için İslam’ın hükmü nedir? Her şeye ibadete devam eden bu gibileri için ne diyeceksiniz..?” 21

İmam İbn Teymiyye “vahdet-i vücut” ve “Ehl-i vahdet” i değerlendirdikten sonra şu ifadelerle sözünü tamamlar: “Bunlardaki küfür ne Yahudilikte ne Hıristiyanlıkta ve ne de müşrik Arapların putperestliğinde yoktur.” 22

Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu;

“Benimle peygamberler zümresinin benzeri, şu kimsenin benzeri gibidir: O kişi bir ev yaptırmış ve binayı tamamlayıp süslemiş de yalnız bir tuğlası eksik kalmış. Bu vaziyette insanlar binaya girip gezmeye başlarlar. Ve (o eksik yeri görüp) hayret ederek: “Şu bir tuğlanın yeri boş bırakılmış olmasaydı!” derler. İşte ben, o (yeri boş bırakılan) kerpicim; ben Hatemu’n-Nebiyyin’im (Peygamberlerin sonuyum)” 23

İbn Arabîi “aslında duvardaki boşluğun bir değil iki kerpiçlik yer olduğunu, ne ki biri altın biri gümüş olan bu iki kerpiçten “hatemü’l-enbiyâ” yı (nebilerin sonuncusu) temsil eden gümüş kerpici Allah Rasûlü’nün gördüğü halde “hatemü’l-evliyâ (velilerin sonuncusu)’yı temsil eden altın kerpici göremediğini bu hadisiyle belli ettiğini” söyler. “Halbuki bu ikisi birden olmayınca nübüvvet duvarı asla tamamlanmayacaktır” der.

Eserinde nebilerin sonuncusu olan Rasûlü temsil eden kerpicin gümüş, velilerin sonuncusu (hatemü’l-evliyâ)’yı temsil eden kerpicin de altın olmasını nübüvvetin zahir, velayetinse batın oluşuyla açıklar. Hatemü’l evliyâ’nın İbn Arabî’nin kendisi olduğunu hatırlatmaya gerek yoktur sanırız.

Tahavi akaidi şarihi yukarıdaki satırları kastederek der ki; “Verdiği örnekte nefsini altın kerpiç, Allah Rasûlü’nü gümüş kerpiç olarak gösterenden daha kafir kim olabilir…?” İbn Arabî ve emsallerinin küfrü;

“Allah’ın Rasûllerine inen bize de ininceye kadar iman etmeyeceğiz” (En’âm/124)

diyen kimselerin küfründen daha beterdir. İbn Arabî ve benzerleri cehennemin en dibinde olan ittihadiye (hulul) inancındaki münafık ve zındıklardır.

İbn Arabî bir şiirinde şöyle der: “Nübüvvet makamının mevkii rasûlün üstünde ve velinin altında bir yerdir.” (Şerhu Akidetü’t-Tahaviye,II/743.” 24

“İbn Arabî gibi ya “Benden sonra peygamber yoktur.” sözünün sahibinin (Peygamberimizin) doğru söylediğine inanarak veya başka bir endişeye dayanarak kendilerini peygamberlik sevdasına kaptırmayanlar ve bu iddia ile ortaya çıkmayanlar peygamberlikten bile daha yüksek bir derecenin cazibesine kapılarak “velilerin sonuncusu, peygamberlerin sonuncusundan daha büyüktür. Çünkü peygamberler ancak bir aracı vasıtası ile Allah’tan bilgi alabilirken veli bu bilgiyi aracısız olarak doğrudan doğruya alabilmektedir” demişlerdir…” 25 Velinin Peygamberden üstünlüğünün bir diğer sebebi de dinin onun eliyle tamamlanmış olmasıymış. 26

“Kur’ân âyr-etlerini tahrif ederek kafir Hûd kavminin sırat-ı mustakim üzere olduklarını, Firavun’un iman-ı kamil bir mü’min olduğu gibi, Nûh kavminin de mü’min bir kavim olduğu ve bu imanlarından dolayı Allah, onları mükafatlandırıp vahdet deryasına batırdığını, nimetini tatmaları için ilahi sevgi ateşine soktuğu, Hz.Harun’un İsrailoğullarını buzağıya tapmaktan alıkoyarak yanıldığını, çünkü buzağının gerçek mabud veya onun sûretinden bir sûret olduğunu, Nûh kavminin Ved, Yegus, Yeûk, Suva ve Nasr putlarına tapmayı bırakmamakla isabet ettikleri, çünkü bu putların ilahın birer görünümü olduklarını, tatlılık kökünden gelen azabın gerçekte rahmet ve hoş bir şey olduğunu, rahmete uğramayan ve rızaya kavuşmayan hiçbir insanın bulunmadığını, bir şey var olmadan önce Allah’ın onu bilemeyeceği, çünkü bir şeyin varlığının Allah’ın varlığının tercümesi olduğunu ve benzeri şeyleri söylemesine rağmen İbn Arabî bunların hepsini eksiltmeden ve çoğaltmadan doğrudan Rasûlullah’tan, hatta Allah’tan aldığını söylemiş ve Rasûlullah’ın, kendisine bunları insanlara tebliğ etmesini emrettiğini de iddia etmiştir.

Kur’ân ve sahih sünnete açıkça aykırı ve küfür oldukları apaçık olan bütün bu şeylere rağmen, İbn Arabî bunları söylediğinden günümüze kadar adı müslüman olan yığınlardan pek çok taraftar ve sempatizan bulmuş, fikirleri İslâm dünyasında alabildiğine yayılmıştır. Günde defalarca “La ilahe illallah Muhammedun Rasûlullah” diyen İslâm ümmeti içinde evliyânın kutbu ve efsiyanın büyüğü olarak görülmüş, adı binbir takdis ve tazimle anılmıştır; hâlâ da anılmaktadır. Bu da İslâm aleminde zamanla kavramların nasıl saptığını ve değer yargılarının özelliğini nasıl yitirdiğini açıkça ifade etmektedir.” 27

“Şunu da belirtelim ki , eğer bu adamların ne dedikleri iyice incelenirse görüşlerinin ilahiyatçı dehrilerinkinden daha sapık olduğu ve üzerinde iyi düşünülen tabiatçı dehrilerin görüşlerine (Ateist) katıldıkları anlaşılır.” 28

Allah tarafından kendisine kitap indirildiğini söyleyen bir başka bir sapık ise; Mevlânâ Celâleddin-i Rumî’dir. (1207-1273).


Celâleddin-i Rumî

“Bu kitap, Mesnevî kitabıdır. Mesnevi hakikate ulaşma ve yakîn sırlarını açma hususunda din asıllarının asıllarıdır. Tanrı’nın en büyük fıkhı, Tanrı’nın en aydın yolu, Tanrı’ın en açık bürhanıdır. Mesnevî, içinde kandil bulunan kandilliğe benzer. Sabahlardan daha aydın bir surette parlar… Kalplere cennettir; pınarları var, dalları var, budakları var. O pınarlardan bir tanesine bu yol oğulları “selsebil” derler. Makam ve keramet sahiplerince en hayırlı duraktır., en güzel dinlenme yeri. Hayırlı ve iyi kişiler orada yerler, içerler… Hür kişiler ferahlanır, çalıp çağırırlar. Mesnevî, Mısır’daki Nil’e benzer: sabırlılara içilecek sudur… Firavun’un soyuna sopuna ve kafirlere hasret. Nitekim Tanrı da, “Hakk onunla çoğunun yolunu azıtır, çoğunun da yolunu doğrultur.” demiştir. Şüphe yok ki Mesnevi gönüllere şifadır, hüzünleri giderir, Kur’ân’ı apaçık bir hale koyar, rızıkların bolluğuna sebep olur, huyları güzelleştirir. Şanları yüce, özleri hayırlı kâtiplerin elleriyle yazılmıştır, temiz kişilerden başkalarının dokunmasına müsaade etmezler. Mesnevî Alemlerin Rabbinden inmedir. Bâtıl ne önünden gelebilir, ne ardından. Tanrı onu korur, gözetir; Tanrı en iyi koruyandır, merhametlilerin en merhametlisidir. Mesnevî’nin bunlardan başka lakapları da var. O lakapları veren de Tanrı’dır…” 29

Celâleddin-i Rumî’de, İbn Arabî gibi, kendi eliyle yazıp durduğu ve birçok İslâm dışı, ahlak dışı uydurma menkıbelerle dolu olan kitabını haşa Kur’ân gibi vasfediyor.

Oysa Allah (c.c), o vasıfları ancak Kendi Kelam’ı için kullanıyor:

“… Halbuki o eşsiz bir kitaptır. Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez. O hikmet sahibi, çok övülen Allah’tan indirilmiştir.” (Fussilet/41-42)

“O bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz; Ancak (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar.” (Cin/26-27)

“Hayır! Şüphesiz bunlar (âyetler), değerli ve güvenilir katiplerin elleriyle (yazılıp) tertemiz kılınmış, yüce makamlara kaldırılmış mukaddes sahifelerde (yazılı) bir öğüttür,, dileyen ondan (Kur’ân’dan) öğüt alır.” (Abese/11-16)

“Görebildiklerimiz ve göremediklerimiz üzerine yemin ederim ki; Hiç şüphesiz o (Kur’ân), çok şerefli bir elçinin sözüdür.” (Hâkka/38-40)

“Hakikatte o (yalanladıkları, aslı) levh-i mahfuzda bulunan şerefli Kur’ân’dır.” (Burûc/21-22)

“Şüphesiz bu, korunmuş bir kitapta bulunan değerli bir Kur’ân’dır. Ona ancak temizlenenler dokunabilir. O, Alemlerin Rabbinden indirilmiştir.” (Hadid/77-80)

“Sûfiler, İslâm’ın akla uygun mistik görüşlerden azade Allah anlayışını ince yorumlarla tersine çevirip mistik bir fanatizme ve kuvvetli, loş bir duygusallığa dönüştürdüler…” 30

Allah (c.c) hakkında edepsizce tahayyüllere gitme zulmünden geri kalmadılar. Allah’ı zihinlerinde istedikleri gibi canlandırdıklarına dair orijinal bir örnek verebiliriz:

“Mevlana Şems-i Tebrizi’nin Kimya adında bir karısı vardı. Bir gün Şems hazretlerine kızıp Meram bağları tarafına gitti. Mevlâna Hazretleri Medresenin kadınlarına işaretle: “Haydi gidin, Kimya Hatunu buraya getirin! Mevlana Şemseddin’in gönlü ona çok bağlıdır.” Bunun üzerine kadınlardan bir grup, onu aramaya hazırlandıkları sırada Mevlâna, Şems’in yanına girdi. Şems, şahane bir çadırda oturmuş Kimya Hatun’la konuşup oynaşıyorve Kimya Hatun da giydiği elbiselerle orada oturuyordu. Mevlanâ bunu görünce hayrette kaldı. Onu aramaya hazırlanan dostların karıları da henüz gitmemişlerdi. Mevlâna dışarı çıktı. Bu karı kocanın oynaşmalarına mani olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı. Sonra Şems “içeri gel!” diye bağırdı. Mevlâna içeri girdiği vakit Şems’ten başkasını göremedi. Bunun sırrını sordu ve “Kimya nereye gitti! dedi Mevlâna. Şems, “Yüce Tanrı beni o kadar sever ki istediğim şekilde yanıma gelir. Şu anda da Kimya şeklinde geldi”, buyurdu. İşte Beyazıd’ın hali de böyle idi. Tanrı ona sakalı bitmemiş bir genç şeklinde göründü.” 31

Kuşkusuz bu ifadeler sadece pervasızca söylenmiş sözler değil, Allah’a iftira ve küfrü gerektiren sözlerdir.

Bu sözlerle, Şems acaba neyi kasdetmiştir? Mutlaka vardır bir hikmeti, mantığıyla yaklaşımı, İbn Arabî’nin ortaya koyduğu; “Sufiler delil ikame etmekten münezzehtir…” 32 prensibinden kaynaklanmaktadır. Allah’a karşı edepsizce cü’ret… Hem hakim hem mahkum…

Kendilerini İslâm’a nisbet eden kitlelerin nezdinde Allah dostu, veli (!) v.s diye tanımlandıkları halde bu insanlar Müslüman oluşlarının, gerçekte bir din tercihi olmadığını, çünkü aynı zamanda Yahudi, Hıristiyan, Mecusi v.s dinlerin de müntesibi olduklarını çok açık bir şekilde ifade ederler:

“…Celâleddin er-Rumî “Divan”ında şöyle diyor:
“Canım, ey nur, kaçma benden!
Kaçma benden ey parlayan görünüm,
Kaçma benden kaçma benden!
Şu sarığa bak, onu nasıl başıma koydum,
Hatta bilemiğe takdığım Zerdüşt’ün zünnarına bak!
Zünnarı taşırım, yemliği taşırım.
Belki nuru taşırım, kaçam benden!
Müslümanım ben, ama Hıristiyanım, Brahmanisitm, Zerdüştiyim.
Ey yüce Hakk, sana tevekkül ettim, kaçma benden.
Bir tek tapınağım; mescid, kilise veya puthanem yok benim.
Sonsuz nimetim yüce yüzündedir, kaçma benden kaçma benden!” 33

“Ne lazım gelir ey Müslümanlar ki ben kendimi bilmiyorum?
Ne Hıristiyan, ne Yahudi, ne Ermeni, ne de Müslümanım” 34

İbn Arabî ve Celâleddin er-Rumî’de olduğu gibi ahlaksızlıkların kendisinde olmadığı, üstelik ömrünün büyük bir bölümü tâğût’un hapishanelerinde geçen, ancak Kur’ân ve Sünnet’e muhalif belli görüş ve düşünceleriyle İbn Arabî ve Celâleddin-i Rumî’den geri kalmayanlardan birisi de Said Nursi (1873-1960)’dır.


Said Nursi


Said Nursi, kitaplarının birçok yerinde, İbn Arabî ve Celâleddin er-Rumî sapıklarına ve onların görüşlerine övgüler yağdırır. "Risale-i Nur" diye isimlendirdiği kitaplarının, kendisinin eserleri olmadığını söyler. Risalelerin kendisine iradesi dışında yazdırıldıklarını uzun uzun anlatır. 36

Aslının vahiy olduğunu söylediği, "Celcelûtiye" adlı kitapta; "Risale-i Nur'ların, "Nur talebeleri" diye adlandırdığı öğrencilerinin ve "Bediüzzaman" lakabıyla kendisinin zikredildiklerini anlatır.37 Kitaplarına, Kur'an'ın kuvvetli işaretle iltifat ettiğini, İmam Ali (r.a.) v.b. tarafından ehemmiyet verildiğini, kitaplarının hatta içindeki birçok konunun bile isminin iradesi dışında bildirildiğini şu ifadelerle izah eder:

"Çok defa kalbime geliyordu; Neden İmam Ali (r.a.), "Risaletü'n-Nur'a" ve bilhassa "Âyetü'l-Kübrâ Risalesi"ne ehemmiyet vermiş, diye sırrını beklerdim. Lillahilhamd, o sır ihtar edildi... "Âyetü'l-Kübrâ Risalesi"ni İmam Ali (r.a.) keşfen görmüş, ehemmiyetle göstermiş." 38

"Ben Celcelûtiye'yi okuduğum vakit, sair münacaatlara muhalif olarak kendim bizzat hissiyatımla münacaat ediyorum diye hissederdim. Ve başkasının lisanıyle taktirkarane olmuyordu. Benim için gayet fıtrî ve dertlerime alakadar ve tefekkürât-ı ruhiyeme hoş bir zemin oluyordu. Birkaç sene sonra kerametini ve "Risale-i Nur" ile münasebetini gördüm ve anladım ki; o halet bu münasebetten ileri gelmiş.

Hz. İmam Ali (r.a.), Tugadusiracunnuri fırkasiyle "Risale-i Nur"u tarihiyle ve ismiyle ve mahiyetiyle ve esaslariyle ve vazifesiyle gösterdikten sonra, Süryanice isimleri tâdâd (birer birer söyleyip sıralayarak 39) ederek münacaat eder." 40. Yine Hz. Ali (r.a.) ahir zamanda "Risale-i Nur"u dua ile Allah'tan niyaz ediyor, "Risale-i Nur'u medhü sena ediyormuş. 41

Oysa İslâm inancında "Allah'tan bilgi almanın yolu vahiydir. Gayb, hakkında bilgi sahibi olmanın yolu da budur." 42

Şimdi bir an için düşünelim: Aişe (r.a.) annemizin, Peygamberin bile, yarın ne olacağını bildiğini söyleyenin Allah'a iftira ettiğini söylediğini hatırlatması karşısında, acaba Hz. Ali'nin, "Risale-i Nur'u, tarihiyle, ismiyle, mahiyetiyle, esasları ve vazifesiyle birer birer sıralayarak bildirdiğini, ahir zamanda "Risale-i Nur"u Allah'tan niyaz ettiğini ve onları övdüğünü söyleyen kişi, Allah ile birlikte İmam Ali (r.a.)'a da iftira etmiş olmaz mı?

Şia'nın sapmasının en önemli sebebi; Kur'an ve Sünnet'te bildirilmediği halde Rasûlullah (s.a.v.)'in, İmam Ali (r.a.)'a bir takım özel sırlar verdiği inancıdır. 43

Said Nursi, Şia'nın yanlış görüşünün burasında da kalmaz. Bu sırların vahiy olduğu hezeyanına kadar gider. Risalelerinin hemen her paragrafında batınî manalar yüklenilmiş ütopik çıkartımlara rastlanılır. Aslının vahiy olduğunu söylediği meçhul kitabın*, vahiy nazil olduğu vakit, Rasûlullah (s.a.v.) tarafından İmam Ali (r.a.)'a yazdırıldığını söylüyor. 44

• “Celcelûtiye” veya “Cevşenü’l Kebir” diye bilinen kitap ve duanın ilmi kaynağı hakkında şimdiye kadar hiçbir sağlam (!) bilgi yoktur. Konuşmuş olduğum, “Ağabeyler”in (!) söyledikleri en ciddi söz; “Valla üstad demişse doğrudur.” İfadeleri olmuştur. Vahyin Allah (c.c)’ye nisbet olduğu bilindiğine göre, Allah’a rağmen bir zümre üstadın sözünü esas alıyorsa, hesap gününü hatırlatırız. Üstad’a toz kondurmamak için Allah’a iftiraya mı razı olacağız? Önceleri bir zikir olarak kullanılan Cevşen, şimdilerde ise mabet bekçilerinin çıkar kaynağı olarak muska şeklinde de yapılıp satılmaktadır. Nur şakirtlerinin yaşantılarında Üstad’ın öğretileri o denli “din” halini almış ki, “Üstadın sünneti” yanında “Rasûlullah (s.a.v)’in sünnet ve hadisleri” ne akla gelir ne de yaşantıda gözetilir olmuştur. Somut bir örnek olması açısından “Vakıf adamlar” olan Said Nursi’nin öz talebeleri ve sonrakilerden bir kısmı (Hoca efendiler v.s.) Üstad’ları evlenmemişler diye Muhammedî sünneti göz ardı ederek onlar da evlenmemişlerdir. Kuşkusuz evlenmemek fiili, insanı kafir, hatta günahkar dahi etmez. Ancak evlenmemelerinin gerekçesi üstadlarının evlenmemiş olması ise, bunun adı, Rasûlün sünnetine değil de Üstad’ın sünnetine ittiba etmektir. Bu konuda Peygamber (s.a.v)’in şu hadisi oldukça ibret vericidir. Ebu Zerr (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v)’in huzuruna Akkaf bç Bişr et-Temimi adında bir zat girmişti. Rasûlullah (s.a.v)’le Akkaf arasında şu konuşma geçti:

-Evli misin ya Akkaf?
-Hayır Ya Rasûlullah; cariyem bile yoktur.
-Cariyen bile mi yok? Halin vaktin yerinde değil midir?
-Halim vaktim iyidir zenginim ya Rasûlullah!
-O halde sen şeytanların kardeşisin. Eğer Hıristiyanlar arasında bulunsaydın onlara rahip olurdun. Nikah bizim sünnetimizdir. Sizin en şerlileriniz bekar olanlarınızdır… (Ahmed b. Hanbel, Ebu Ya’la, İbnu Mende-Taberani’den nakille; Modern Çağda İslâmi Meseleler. Mevdudi.s.158, 159)

Bununla da yetinmeyen Said Nursi, kullanmış olduğu "Bediüzzaman" lakabının da vahiy ile nazil olan "Celcelûtiye"nin Süryanice karşılığı olmasından ötürü iradesinin dışında kendisine verildiğini şu ifadeler ile söyler;

"Hem madem Celcelûtiye'nin aslı vahiy'dir. Ve esrarlıdır. Ve gelecek zamana bakıyor; ve gaybî umûr-u istikbâliyeden haber veriyor. Ve madem Kur'an itibariyle bu asır dehşetlidir ve Kur'an hesabiyle "Risale-i Nur" bu karanlık asırda ehemmiyetli hâdisedir. Ve sarahat (açıklıkla, şüpheye sebebiyet vermeyecek tarzda) derecesinde çok karine ve emarelerle "Risale-i Nur" "Celcelûtiye"nin içine girmiş, en mühim yerinde yerleşmiş...

"Celcelûtiye," Süryanîce bedî demektir. Ve bedî manasındadır. İbareleri bedî olan "Risale-i Nur" "Celcelûtiye"de mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhatı görüldüğünden, kasidenin ismi ona bakıyor gibi verilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki; eskiden beri benim liyakatım olmadığı halde, bana verilen "Bediüzzaman" lakabı benim değildi. Belki "Risale-i Nur"un manevi bir ismi idi. Zahir bir tercümanına ariyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim hakiki sahibine iade edilmiş..." 45

İbn Arabî ve Celâleddin er-Rumî'deki "Vahdetü'l-Vücûd" inancı, birtakım övgü ve yergiler ile tevil edilerek, Said Nursi tarafından da savunulur 46 ve "Fenafillah" hakkında şunları söyler;

" Ehl-i tarikat ve hakikatca müttefikûn aleyh bir esas var ki: Tarik-i hakda sülûk eden bir insan, nefs-i emmâresinin enaniyetini ve serkeşliğini kırmak için lazım gelir ki: Nazarını nefsinden kaldırıp şeyhine hasr-ı nazar ede ede tâ fenafişşeyh hükmüne gelir. "Ben" dediği vakit, şeyhinin hissiyatıyla konuşur ve hâkeza... tâ fenafirresul, fenafillaha kadar gider.." 47

"Said Nursi, "Vahdet-i Vücûd"un çok yüce bir meşreb olduğunu söylemekte, ancak halka anlatılmasının birtakım fitnelere sebep olacağını belirtmektedir.

Said Nursi bazı tezahürleriyle "Vahdet-i Vücûd"u tasvip etmez görünürken temelde islâm'ın ve Allah sevgisinin en üst zirvesi olduğunu ve İbn Arabi'nin, velilerüstü (Hatemu'l-Evliyâ) bir velayete sahip, islâm ilimlerinin mucizesi olduğunu söylemektedir... Biraz dikkatle bakılırsa, Vahdet-i Vücûd ile Vahdet-i Şuhûd'un netice itibariyle aynı şey olduğu görülür."48 Said Nursi ise yüksek ve kuvvetli iman sahibi Muhyiddin-i Arabî gibi zatlara zevkli, nurani, makbul bir mertebe olduğunu ancak dikkatli olunması gerektiğini söyler. Vahdet-i Şuhûd'un ise zararsız ve yüksek bir meşreb olduğuna inanır. 49

Said Nursi, Kur'an-ı Kerim'in bir çok âyetinin kendi Risalelerin'e işaret ettiğinden bahseder:

"Sözler adedince otuz üç âyet, hem manasıyla, hem cifirle, "Risale-i Nur"a işaretleri, uzaktan uzağa icmalen görüldü. Ayrı ayrı tarzlarda otuz üç âyet müttefİkan "Risale-i Nur"u remizleriyle gösterdiği, hayal meyal görüldü..." 50

Kendisine alenen bir kitap inmeyince, bu kez inmiş olan Kitab-ı Kerim'de kendisini görmeye çalışır, bunun yollarını arar durur.

Bu insanlar eserlerinin aslının vahiy olduğunu niçin söylüyorlar? Böyle bir şeyle neyi hedefliyorlar? Niçin ifsada kalkışır, tahrife yeltenirler?

Kuşkusuz hiçbir müfsid muharrif; "ben ifsad ediciyim, ben tahrif ediciyim" demez! Oysa söyledikleri ayan beyan ortadadır.

Geçmiş kavimlerdeki din tahrifcilerine baktığımız zaman şunu görürüz: insanlara kabul ettirmek istedikleri görüş ve düşüncelerini kendi yanlarından ve indî kanaatleri olduğunu söyledikleri takdirde, bunun kabul görmeyeceğini düşünmüşler. Onlar da kabul ettirmek istedikleri söz ve fiillerinin sahibinin gerçekte Allah olduğu yalanına başvurmuşlar ve görüşlerini Allah'a nisbet etmişlerdir. Artık insanlar o görüş ve düşünceleri reddedemez ve kendilerini kabule mecbur hissederlerdi. Neticesi(!)... Evet neticesi de geçmiş kavimlerin helak sebeplerinden olan tahrif...

Ancak böylelerinin bu suçu işlemelerine rağmen artık başarıya ulaşmaları mümkün değildir. Çünkü Allah (c.c.);

"Doğrusu Kitabı Biz indirdik, onun koruyucusu elbette Biziz." (Hicr/9) buyuruyor.

Peki bu halleri ile, onların Allah (c.c.) yanındaki konumları nedir? Bütün bunların cevaplarını Cenab-ı Hakk (c.c.) âyetlerinde bildiriyor;

"Daha doğrusu onlardan herbiri, kendisine (önünde) açılmış sahifeler (ilahi vahiy) verilmesini istiyor. "(Müddessir/52)

"Allah'a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken "Bana da vahyolundu" diyenden ve "Ben de Allah'ın indirdiği âyetlerin benzerini indireceğim" diyenden daha zalim kim vardır? O zalimler, ölümün boğucu dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara: "Haydi canlarınızı kurtarın! Allah'a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O'nun âyetlerine karşı kibirlilik taslamış olmanızdan ötürü, bugün alçaklık azabı ile cezalandırılacaksınız." derken onların halini bir görsen!"(En'âm/93)

"...Bilgisizce insanları saptırmak için Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir? Şüphesiz Allah o zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. "(En'âm/144)

"Kim Allah'a ("Allah böyle buyurdu" diye) karşı yalan uydurandan daha zalim olabilir? Onlar (kıyamet gününde) Rab'lerine arz edilecekler, şahitler de; "işte bunlar Rab'lerine karşı yalan söyleyenlerdir," diyecekler. Bilin ki, Allah'ın lâneti zalimlerin üzerinedir!"(Hûd/18)

"...Okuduklarını kitaptan sunasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları, Kitaptan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde: "Bu Allah katındandır" derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar."(Âl-i İmrân/78 "

...Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?" (A'râf/28)

"...Yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz” (Yûnus/59)

"...Bu hususta yanınızda herhangi bir delil yoktur. Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz? De ki: "Allah hakkında yalan uyduranlar asla kurtuluşa eremezler. "(Yûnus/68,69)

"...Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz."(En'âm/148)

"...Allah'a andolsun ki, iftira etmekte olduğunuz şeylerden mutlaka sorguya çekileceksiniz!"'(Nisâ/50, En'âm/11, Yûnus/17, Nahl/56, Ankebut/68)

Said Nursi "Şeriat"ın neden ibaret olduğu hakkında da şunları söylüyor;

"Şeriat ta; yüzde doksan dokuzu ahlak, ibadet ve fazilete aiddir. Yüzde bir nisbetinde siyasete müteallıktır, onu da Ulü'l-Emirlerimiz düşünsünler!.." 51 "Şeriat-ı garrânın bin kısmından bir kısmıdır ki siyasete taalluk eder. O kısmın ihmaliyle şeriat ihmal olunmaz..." 52

"Otuz üç âyât-ı Kur'aniye'nin işaretiyle ve İmam Ali (r.a.)'ın üç keramet-i gaybiyesiyle ve Gavs-ı Azam'ın kat'i itibariyle tahakkuk etmiş olan "Risale-i Nur"un, siyasetle alakası yoktur. "Risale-i Nur"a, daha vatana, idareye zararı dokunmak bahanesiyle tecavüz edilemez. Daha kimseyi o bahane ile inandıramazlar... Hem, Kur'an bizi siyasetten şiddetle menetmiştir." 53

Şeriatın neden ibaret olduğunu bile kavrayamamış böylece, Allah'ın; "Kendi hükümleriyle hükmetmeyenleri, kafirlerin ta kendileri..."(Mâide/44) diye bildirdiği despotlara bir manada meşruiyet kazandırmıştır.

Onun bu inanışının, başka zaman şeriatı savunur olduğu görüşleri tarafından düzeltildiğini söyleyenler, acaba Said Nursi'nin, Fenafillah, cifr, gayb v.s konulardaki inançlarının da islâm'a aykırı olmadığını söyleyebilecekler mi? Kaldı ki biz, O'nun bu ifadeleriyle şeriata karşı olduğunu değil, şeriatı neden ibaret sandığı yanlışını anlatıyoruz. Ve yine Said Nursi'ye yönelik "Siyasetle uğraşıyor" suçlamalarına(!) yönelik taraftarlarının bu ithamları red bağlamında konuyu ele aldıkları ve Said Nursi'nin siyasetle uğraşmadığı ve siyaseti böyle anladığı şeklindeki kanaatlerinin ısrarlı savunucuları olduklarını da görüyoruz. 54

"Bu öylesine tehlikeli bir görüştür ki düzeltilmediği takdirde iler de, tıpkı Aziz Paul'ün 55 geliştirip Hz. İsa'nın ümmetini yozlaştırdığı şeriatsiz din kavramı gibi din ile şeriatın birbirinden ayrılmasına kadar varabilir. Çünkü Allah'ın emrinin sadece "din"i kurmak, ama şeriatı reddetmekle ilgili olduğu düşünüldüğü takdirde müslümanlar da hıristiyanlar gibi şeriatı önemsiz, kurulmasını gereksiz bulabilirler. Ellerinde kalacak olanlar sadece bir takım akide ve inanç ile bazı ahlak kuralları olabilir.” 56

Bugün, Allah'ın dini İslâm, Kendi korumasındadır. Kendilerini ciddi manada İslâm'a nisbet ettiklerini iddia edenlerin(!) bir çoğu, İslâm'ı ahlak kurallarından ibaret bir din kabul etme zulmünü göstermişler böylece Allah'ın dinini tahrife yeltenmişlerdir. Kur'an'ı az çok okumuş, tevhid mücadelesi tarihine şöyle bir bakan insan bile, şeriatın yüzde doksan dokuzunun ahlak, ibadet, fazilet ve yüzde birinin ise, siyaset 57 olduğunu söylemenin, mutlak manada şeriatın yüzde doksan dokuzunu inkar olduğunu anlar. Böyle bir ihaneti, Allah adına reddetmekten geri duramaz. Bu ihanete göz yumarak, karşı çıkmamak, Allah'ı yalanlamaktır. Evet! Bu eleştiriler sert ve katı görülebilir. Hatta insafsız diyenler de çıkabilir. Ama Allah (c.c.)'ye karşı insafsız ve iftiracı olmaktansa varsın insanlar, kendilerinin yüceleştirdiklerini, kutsallaştırdıklarını eleştirenlere; "saygısız, iftiracı" desinler.

Şâtıbî, şeriatı tanımlarken şunları söylüyor: " Şeriat, kulun, dünya ve âhiret işlerini en üst düzeyde gerçekleştirebilmesi için gerekli olan her şeyi getirmiş ve açıklamıştır. Hiçbir yeni olay yoktur ki, şeriatte ona dair bir hüküm mahalli bulunmasın; bu mümkün değildir. Dolayısıyla da "meskutun anh" yani hakkında sükut geçilmiş bir şey yoktur." 58

Allah (c.c.) nihaî olarak şöyle buyuruyor;

"Biz sana her hususa cevap veren bir şeriat gösterdik, ona uy! Bilmeyenlerin keyfi arzularına uyma!"(Câsiye/18)

Divân-ı Harbi Örfi'de; askere, ulülemre; yani subaylara itaatin farz olduğunu hatırlatan, amirlerine itaatsizlikle şeriate muhalefet edildiğini söyleyen (59) Said Nursi, Şeyhülislamlık tarafından Kuva-yı Milliye aleyhine verilen fetvaya karşi çıkanlardan biri olur(1920). Mustafa Kemal tarafından Ankara'ya davet edilen, bu daveti kabul ederek Ankara'ya giden, mecliste kendisine "hoş geldin" (Hoşamedi) merasimi yapılan, Mustafa Kemal hareketini tebrik ile zaferi için dua eden (1922) Said Nursi; yönetim, laik, demokratik ilke ve inkılâplardan ibaret olduğu halde T.B.M.M'de 19 Ocak 1923 tarihinde milletvekillerine hitaben şu beyannameyi neşreder: (60)

"Ey mücahidin-i İslâm! Ey ehl-i hail ü akd!..

Şu muzafferiyetteki harikulâde ni'met-i ilâhiye bir şükür ister ki devam etsin ve ziyade olsun. Yoksa nimet şükrü görmezse gider. Madem ki Kur'an'ı, Allah'ın tevfikiyle düşmanın hücumundan kurtardınız; Kur'an'ın en sarih ve en kat'i emri olan "Salat" gibi feraizi imtisal etmeniz lazımdır. Ta ki onun feyzi böyle harika suretinde üstünüzde tevali ve devam etsin. Alem-i İslâmı mesrûr ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız... Bu alemde evliyaullah hükmünde olan gazi ve şühedâya kumandanlık ettiniz.... Sizin bu muzafferiyetinizi ve hizmetinizi takdir eden ve sizi seven cumhûr-u mü'minindir. Ve bilhassa tabaka-i avamdır ki, sağlam müslümandırlar. Ve sizi cidden sever ve sizi tutar ve size minnettardır ve fedakarlığınızı takdir ederler...

Şu inkılâb-ı azimin temel taşları sağlam gerek... (61)

1950'de Demokrat Parti'nin iktidara gelişi sebebiyle, Reisicumhur Celal Bayar'a tebrik telgrafı çeker. Ve Celâl Bayar'dan cevabi teşekkür telgrafı alır. (62)

"1950 seçimlerini Demokrat Parti'nin kazanmasıyla Said Nursi'nin hayatında yeni bir dönem başlar. 1957 seçimlerinde açıkça, önceki iki seçimde de zımnen Demokrat Parti'yi destekler... Latin harfleriyle kitaplarının yaygın baskısı Menderes'in özel yardımlarıyla 1957-59 yılları arasında gerçekleşmiştir."(63) Menderes'e yazmış olduğu mektup ile görüş ve kanaatlerini bildirir. Menderes'i ve ekibini "Hakiki dindar" olarak tanımlar, kendisi ve umum nur talebeleri olarak onlara dua edeceklerini açıklayarak sisteme meşruluk(!) kazandırır. Ancak, diğer taraftan da "Küfre rıza küfür olduğu gibi, dalâlete, fıska, zulme rıza da, fısktır, zulümdür, dalâlettir." diyerek (64) kendisinin de dikkat etmesi gerektiği doğru bir prensibi söylemekten de geri durmamıştır.

Kendisi ve en halis talebeleri tarafından bile, Allah'ın hükümlerinin dışında hükmeden mahkemeler, "Adaletli ve mübarek" olarak vasıflandırılır.(65) "Hükümete isyan etmeyiniz. fitneden sakınınız!"(66) diye telkinde bulunulur. Hatta bazen "Hükümet-i İslâmiye" diye hitap eden, Hükümetin hakemliğine razı olduğunu açıklayan,(67) hükümetten şikayette bulunmayan, bilakis hükümete şikayet edilmesi gerektiğine kanaat ederek,(68) böylece sisteme meşruiyet kazandıran, hayatının son anlarına kadar da bu inançta olan Said Nursi, yazdığı kitaplarını her fırsatta Kur'an gibi vasfediyor; Kur'an-ı Kerim'e, ilahî hükümlere özgü sıfat ve tanımlamaları da (Bakara/256, Lokman/22, Âl-i Imrân/103), kendi eserlerine yakıştırarak şöyle diyor: "Risaletü'n Nur" bu asırda, bu tarihte bir "Urvetül-Vüska"dır. Yani çok muhkem, kopmaz bir zincir ve bir "Hablullah"dır. "Ona elini atan, yapışan necat bulur.(69)

Nur talebelerine göre şakirtlerin yaptığı işler, ilâhi koruma ve telkin(!)lerle yapılmaktadır."Asr-ı Saadet'ten beri böyle harika bir surette mu'cizeli olarak yazılmasına hiç kimse kadir olmadığı halde "Risale-i Nur'un kahraman bir katibi olan Hüsrev'e "Yaz!" emir buyurulmasıyla, Levh-i Mahfuz'daki yazılan Kur'an gibi" yazıldığına inanırlar. (70) Risale-i Nur’un ise bu asırda en yüksek ve en kutsî bir tefsir olduğuna, Hakikatlarının semavî, Kur'an'î olduğuna ve Kur'an okundukça O'nun da okunacağına, O'nu muhakeme etmenin Kur'an'ı muhakeme etmek olduğuna inanırlar. (72)

Allah (c.c.) hesap günü Kur'an'dan sorumlu olunacağını bildirdiği halde bakın onlar neden sorgulanacaklarına inanıyor ve ümit ediyorlar: "Melaikeleri ehli hak ve hakikat yolunda gidenler için birer munis arkadaş yapan ve Risale-i Nur'un Şakirtlerini talebe-i ulûm sınıfına dahil edip Münker-Nekir suallerine Risale-i Nur ile cevap verdiklerini merhum kahraman şehid Hafız Ali'nin vefatıyla keşfeden ve hayatta bulunanlarımızın da yine Risale-i Nur'la cevap vermemizi rahmet-i ilahiyyeden dua ve niyaz eden...” (73)

"...Hint dinlerinin hemen tümünde, Antik Mısır mistisizminde, ve Yahudi toplumunun ruhaniyatçı anlayışında nefsin tezkiyesi, çile, ruhun kurtuluşu, aşk ve irfan motiflerinin egemen olduğunu görüyoruz. "Allah'ı O'ndan korkmaksızın ve O'ndan hiçbir fayda dilemeksizin sevmek." bunlardandır. Tasavvufçu Rabiatu'l-Adeviyye de (h. 195), cennet arzusu ve cehennem korkusu ile değil, sadece kendisine kavuşmak için Allah'a ibadet ettiğini söyler. Rabia; "Ateşinden korktuğum yahut cennetini umduğum için sana ibadet etmedim. Sana sadece zatın için ibadet ettim." demek suretiyle Allah'ın iradesinin gereği olan düzenlemeyi hiçe sayarak Allah'a iftira eder. Yine Rabia; "Kur'an'ı indirirken, kendisine korkarak ve umarak dua etmemizi emrettiği için Yüce Allah'ın yanlışlık yaptığı, cennete bizi teşvik etmek ve cehennemden sakındırmakla haksızlık ettiği"ni ileri sürer... "Bunları bizden isteyen Allah'ın bizi yanlış yollara sevk ederek bizi aldattığı"nı belirterek Allah'a iftirasını sürdürür... Çünkü bütün bunlar yerine sadece zatını isteyecekmişiz..! Cennetini istemeyecek ve cehenneminden korkmayacakmışız..! Cennet ümidi ve cehennem korkusu ile insanların kendisine yönelip ibadet ettiği ve madde boyutundan soyutlanmadıkları gerekçesiyle müslümanların yöneldikleri Kabe'yi, Rabia, "put" diye nitelemekte ve "yeryüzünde ibadet edilen şu put" demektedir. Çünkü kendisini cenneti istemeyecek ve cehennemden korkmayacak kadar madde boyutundan soyutlanmış kabul etmektedir. Tasavvuf şairi Yunus Emre de; "Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver onları /Bana Seni gerek Seni." (diyor)

Allah (c.c.) Kur'an'da cehennemi vasfederken; "İşte o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır."(Meâric/11-14, Abese/34-37) diye buyuruyor. Said Nursi ise, güya takvanın alâmeti olarak böylesi bir cehennemi kabul edeceğini söylüyor. "Bu hizmete, yani ehl-i imanı dalâlet-i mutlakadan kurtarmağa, lüzum olsa, dünyevi hayat gibi, uhrevî hayatımı da feda etmeyi bir saadet bilirim; binlerce dostlarım ve kardeşlerimin cennete girmeleri için, cehennemi kabul ederim. (75)

Yine âyet-i kerime'de;

"Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere (ibadet ettikleri için), vücutları yataklardan uzak kalır... "(Secde/16) buyurulduğu halde, Said Nursi ise; "Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem korkusu. Kur'an'ımız yeryüzünde cemaatsız kalırsa Cennet'i de istemem; orası da zindan olur. Milletimizin imanını selamette görürsem, Cehennem'in alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.” (76) diyor.

Rasûlullah (s.a.v.), Hudeybiye'de geceleyin yağan yağmurdan sonra, sabahleyin sahabîlerine yöneldi; "Aziz ve celil olan Rabb'ınızın ne buyurduğunu bilir misiniz?" buyurdu. Sahabiler: "Allah ve Rasûlü en iyi bilendir" dediler. Rasûlullah buyurdu ki; "Allah; "Kullarımdan kimi bana mü'min, kimi kafir (olarak) sabaha erişti. Her kim "Allah'ın fadl ve rahmetiyle üzerimize yağmur yağdı" dedi ise işte o bana iman etmiş, yıldıza iman etmemiştir. Her kim de fulan ve fulan yıldızın nev'i (yani batıp doğması) ile üzerimize yağmur yağdı" dediyse işte o, Bana iman etmemiş, yıldıza iman etmiştir,” (77)

Yine Peygamber (s.a.v.)'in oğlu İbrahim'in öldüğü gün güneş tutulunca, insanların güneşin İbrahim'in ölümünden ötürü tutulduğunu söylemeleri üzerine Rasûlullah (s.a.v.);

"Şüphesiz güneş ile ay Allah'ın âyetlerinden iki âyettir. Bunlar hiçbir kimsenin ölümü ve de hayatı için tutulmazlar... buyurur. (78)

Said Nursi'nin talebeleri ise Isparta'da kuraklığın olduğu bir dönemde Üstadlarının Isparta'ya teşrifleriyle nebatâtı yeniden hayata kavuşturacak şekilde yağmurun yağdığını, böyle bir yağmurun bir de doksan üç tarihinde yağmış olduğunu bu tarihin ise Üstadlarının doğum tarihi olduğunu söylüyor, o zaman da yağmış olmasının gerekçesini o sebebe bağlıyorlar. (79) Allah'ın kudreti ve dilemesiyle olabilen bir takım tabiat hâdiselerinin vukuunu, bu tür sebeplere bağlıyor, bunlara inanmayı da adeta imanlarının artması olarak değerlendiriyorlar. Oysa tabiat hâdiselerinin vukuunu, önemli kişilerin doğum ve ölümüne bağlayan inancın, İslâm öncesi cahiliyye insanının imanı olduğunu biliyoruz. (80)

Hakikaten kimilerinde, mücadele tablolarındaki samimi grafiği bile sorgulatacak hezayanlar görmek mümkündür. Nitekim bir insanın davasında gösterdiği samimiyeti, o insanın doğruluğuna delil değildir. Hayatı kafirlerin hapishanelerinde geçen, o mahkemeden bu mahkemeye süründürülen samimi bir mücadele adamından sadır olan gayr-i İslâmî ifadeleri anlamak ve bir yerlere oturtmak oldukça zordur.

Said Nursi'nin Kürt kavmiyetçisi olmadığını vurgulamak için kitaplarından alıntılar yapılarak müntesipleri tarafından hararetle savunulan görüşlerinde bakın ne ilginç ilmi(!) tesbitleri var:

"Allahü Zülcelâl Hazretleri, Kur'an-ı Kerim'de; "öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah'ı severler, Allah da onları sever. "(Mâide/54)

diye buyurmuştur. “Ben de bu beyan-ı ilahi karşısında düşündüm, bu kavmin bin yıldan beri alem-i İslâm'ın bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım... (81) Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafından olan Türkler ise, müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa, müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya müslüman olmayan Türkler Türklükten dahi çıkmışlardır...

"Nerede Türk varsa müslümandır.”(83) ifadesi ve "Müslümanlıktan çıkan veya müslüman olmayan Türkler Türklükten dahi çıkmışlardır... (84) ifadelerinin Allah aşkına İslâmî ve ilmi bir delili var mıdır? Bu ne demektir? Bu "Müslümanlıktan çıkan bir erkek, erkeklikten de çıkmıştır." demek gibi tutarsız bir ameldir. "Tutarsızdır" diyorum çünkü insanın ırkı, cinsiyeti, rengi, dünyaya geldiği coğrafya gibi unsurları kendi isteğiyle tercih etmediği gibi "Sahip olduğum bu özellikleri beğenmiyorum" diyerek de iradesiyle o özelliklerini değiştiremez.

Diğer taraftan tağuta karşı isabetli ve cesurca çıkışları ise bu kez taraftarlarınca sulandırılıp kılıfına uydurulmak istenmiş, "asıl amacının tağuta karşı olmak filan olmadığı" yönünde izahlara kalkışılarak onurlu ifadeler de aslî anlamından saptırılmıştır. (85)

Rabb'ımız (c.c.) gaybın bilgisini ancak Kendisine has kılmıştır. Peygamberlerinden de seçtiklerine, dilediği kadar bildirmiştir.(Âl-i İmrân/179)

Kitaplarını vahiy, kendilerini de Peygamber gibi gören bu insanlar, "gayb" konusunda da insanı hayrete düşürecek kadar ileri geri konuşmuşlardır. Said Nursi, cefr hesaplarıyla kitaplarının ana temasını oluşturan konulan tesbite çalışmıştır. Çıkarmış olduğu sonuçları da "Üç aşağı beş yukarı isabet eder" diyerek şüpheye mahal yokmuş gibi, "Doğrudur, doğrudur, tastik ederim" vs. ifadeleriyle İslâmî olmayan böyle bir yönteme ve sonuçlarına hem kendisi inanmış hem de yoluna tabi olanlar kanmıştır.

Allah (c.c.)'nün, gayb ile ilgili apaçık âyetleri (Bakara/255, Âl-i İmrân/179, Maide/109, En'âm/50, Tevbe/78,94, Yûnus/20, Hûd/23, Mü'minun/92, Haşr/22, Cuma/8 karşımızda duruyor. "Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka bilenin olmadığı"nı (Neml/65) bilip inanıyoruz.

İbn Arabî'nin "Olayların tarihi vukuundan sonra yazılır, bense vukuundan çok önce yazıyorum" (86) söylemesi gibi, Said Nursi de istikbale yönelik birçok hadiseyi gayr-i İslâmî bir yöntem olan ebced hesaplamalarıyla sayıp dökmüştür. (87) Bu inanışlarını da kendisiyle sınırlamamış İmam Ali (r.a.)'ı vs. bu bilgilendirmelerin ortağı olarak zikretmiştir. Böylece yaptığı işe meşruiyet kazandırmak arzusu ile İmam Ali'yi de kaynak göstermiştir, kullanmıştır.

Örneğin, Said Nursi'nin, şu soruya verdiği cevap, Allah'tan korkan herkesin tüylerini ürpertecek cesarettedir. Allah'a karşı cesaret(!) ise, gerçekte cehaletin ta kendisidir:

"Sual; Gavs-ı Azam gibi büyük veliler bazı vakitte geçmiş ve geleceği hazır gibi müşahede ederler. Neden maziye ait cihette açıklık sûretinde haber veriyorlar da, gelecekten gizli işaretlerle bahsederler?

el-Cevap: "La ye'lemul ğaybe illallâhu" (Gaybı ancak Allah bilir) (Cin/26-27) âyetiyle" ifade ettikleri kutsî yasağa karşı kulluk bilinci ile bir edepli tavır takınmak için açıkça anlatmaktan işaret mesleğine gitmişlerdir..." (88)

Zaten soruyu soran açıkça, geçmişin bilindiği gibi geleceğin de bilindiğini söylüyor. Ve öyle inanıyor. Ancak diyor ki, neden gelecekten açıkça bahsedilmiyor da, işaretlerle bahsediliyor? Said Nursi de aynı inanışla karşılık veriyor. Üstelik ilgili âyetleri de zikrederek, bilmediği gibi bir ihtimali de ortadan kaldırıyor. Yani gaybı ancak Allah'ın bilebileceği ile ilgili âyeti de söylüyor. Bu da yetmiyormuş gibi âyetlerin kutsî bir yasak içerdiğini de zikrediyor. Ya daha sonra; işte bunlara rağmen geleceği bilen bu şahıslar "madem Allah böyle demiş(!) o halde edepli tavır takınmak ve kulluk sorumluluğunu gözetmek için gelecekten açıklıkla bahsetmiyorlar da(!) işaretle bahsediyorlar" diyor. Subhanallah..!

Güya, Allah'ı yalanlamamak için böyle yapmışlar! Gerçekte ise Allah'ı yalanlamışlar!

Allah, (c.c.) âyet-i kerimelerin de şöyle buyuruyor;

"De ki: "Ben size, Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem... Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez..."(En’âm/50,59)

"Ona (Muhammed'e) Rabbinden bir mucize indirilse ya! De ki: "Gayb ancak Allah'ındır... "(Yûnus/20)

"De ki: "Ben, Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim."(A'râf/188)

"De ki: "Göklerde ve yerde, Allah'tan başka kimse gaybı bilmez. Ve onlar ne zaman diriltileceklerini de bilmezler."(Neml/65)

"O bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz; Ancak, (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar. "(Cin/26-27)

Peygamber (s.a.v.)'den gaybe ve istikbale âid şeyleri bilmenin yalnız Allah'a mahsus olduğuna dair bir çok hadis rivayet edilmiştir! (89)

Hz. Aişe (r.a.) rivayetinde şöyle demiştir; "Kim O'nun (Hz.Peygamber'in) yarın ne olacağını bildiğini sanıyorsa, şüphesiz Allah'a en büyük iftirayı atmış olur. Zira Allah Teala: "De ki: "Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez..." (Neml/65) buyurmaktadır. (90)

"Kur'an-ı Kerim'de gayb bilgisinin ulûhiyyet vasıflarından olduğu ve insanların bilgi edinme vasıtalarının dışında kaldığı, ancak Allah'ın bazı peygamberlerini dilediği bilgilere muttali kıldığı açıkça belirtilmiştir. Kur'an'a göre gaybe ait haberlerin yegâne kaynağı vahiydir . Şîa mensuplarının, Hz. Peygamber'in kendisine gelen vahiylerin bir kısmını yalnız Hz. Ali'ye bildirdiğini, bu sebeple Ali'nin bilgilerinin de vahye dayandığım iddia etmeleri, Resûlullâh'ın nazil olan vahiylerin tamamını bütün ümmete tebliğ ettiğini ifade eden Kur'an âyetleriyle çelişir (Mâide/67, Hûd/12, Kehf/27). Ayrıca bu iddialar, Hz. Aişe, Hz. Ali ve İbn Abbas gibi sahâbîlerden nakledilen rivayetlere de aykırıdır. (Buhari, "İlim",39, "Cihad";71; Müslim; "Edahi", 8; Müsned,1,108)

Aişe (r.a.) dedi; "Her kim Resûlullah Allah'ın Kitabı'ndan bir şey ketmetti diye zulmederse, Allah'a karşı büyük iftira etmiş olur. işitmedin mi? Allah: "Ey Rasûl! Sana Rabbinden her indirileni tebliğ et, etmezsen onun risaletini eda etmiş olmazsın!" (Mâide/67) buyuruyor.” (91)

"Kur'an'daki hurûf-u mukatta'a ile diğer bazı âyetlerin bâtınî manalarına dayanan cifir, özellikle İsmâiliyye ve İhvân-ı Safa mensuplarınca bâtınî yorumların temel kaynağı haline getirilmiştir.” (92)

"Kaynağı itibariyle şeriat-hakikat ikilemi şeriatın zahirî ve bâtınî ikilemine râcidir. İslâm'ın başında müslümanlar bu ayrımı yapmamışlardır. Bu ayrım her şeyin zahirî ve bâtınî olduğu gibi Kur'an'ın, hatta Kur'an'dan her âyetin ve her kelimenin bir zahiri, bir de bâtını olduğunu söyleyen Şia ile başlamıştır.” (93)

Said Nursi'nin taraftarları, statükonun selameti için Şiilik'te kıyâmî boyutun ön plana çıkmasından ötürü, Şiilere ve Şiîliğe öfke saçarken, Üstadlarının dinamiklerini Şia'dan aldığını ve birçok konuda onları da geride bıraktığını bilmez veya bilmemezlikten gelirler. Said Nursi, Kur'ân'ın batınî manası olduğunun da ötesinde, vakit bulabilseymiş Kur'an'ı bütün harfleriyle hesap ederek ilahî şifrelerini çıkaracakmış..! "Rumûzât-ı Semâniye" adlı risalesinde şöyle diyor: "...Her bir harf çok işârât meyvelerini veriyor, çok meanileri de ifade ediyor. Adeta Kur'an harfleri muazzam bir mütenevvi İlahî şifrelerdir... "Rumûzât-ı Semâniye"yi yazdığım zaman hem çok acele te'lif edilmiş, hem de benim eski mahfuzatıma itimad ederek takribi iki mikyas yaptım. Onun ile hem eski ulemânın hesaplarına binaen Kur'an harflerinin i'caz cihetinde sırlarını yazdım.... Daha tam tamına tahkiki bir tarzda bütün Kur'an'ı bütün harfleriyle ve kelam ve kelimâtıyla hesap etmeye ve letâif-i i'câziyeyi onunla tam takviye etmeye vakit bulamadım...” (94)

"Said Nursi'nin de bu metotla Kur'ân'ın otuz yerinde "Nûr Risaleleri”ne işaret edilmiş olduğunu açıklamaya çalıştığı görülür.” (95) Böyle bir yaklaşımın Allah'a iftira olduğu söylenilmesi gerekirken, bakın Nur talebeleri'nin kanaati nedir?

"Risale-i Nur'a Kur'ân'ın işari mana tabakasında Cifr ve ebcede bakan ve işaret eden "İşârât-ı Kur'an Risalesi"in de otuz üç âyet kadar kaydedilmiştir. Rumûzât-ı Semâniye, Kastamonu lahikaları, ve onüçüncü ve ondördüncü Şualar'da ve nihayet Emirdağ Lahika mektuplarında belki on beş âyet daha vardır. Bütün bunların tamamı belki elli âyeti bulmaktadır... Kur'an ve hadisi şeriflerle beraber, evliyaların "Risale-i Nur"a işaretlerinin tamamı, Üstad umum o işaretler için "Bin" demiş. Fakat bence bütün o işaretlerin yekûn teferruatlarıyla beraber mecmu'u, binden çok fazladır.

Lakin Hazreti Üstadca bin olarak ifade edilmiştir. Elbetteki manidardır. Yani nasıl ki Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in mu'cizâtının mecmu'u için, islâm muhakkikleri "bin" demişler, küsuratı nazara almamışlardır, öyle de, Hazret-i Üstad'a ve "Risale-i Nur"a gaybî işaretlerin mecmu'u dahi, küsurlar nazara alınmazsa, bin olması, yani öyle kabul ve kaydedilmesi şayan-ı tefekkürdür.” (96)

“İlm-i esrar-ı hurûfla en çok alakadar ve meşgul olan Hz. Muhyiddin-i Arabî (!)in neden herkesten evvel ve daha çok “Risale-i Nûr” ve Üstad Bediüzzaman hakkında gaybî işaretler bırakmamış? diye varid olan bir suale Hazreti Üstad:

“Hazreti Muhyiddin, benim ileride onun mesleğini bir derece tenkid edeceğimi hissettiği için, ben ve “Risale-i Nûr” hakkında işaretleri perdeleyerek bırakmış. Yoksa aslında onun çok işaretleri vardır.” (97) diyebiliyor ve kendisi gibi cefri olan Muhyittin-i Arabî’nin de gaybı, hem de Said Nursi’nin onun mesleğini bir derece tenkid edeceğine varıncaya kadar bildiğini (nazik bir ifadeyle “hissettiği”) söyleyecek kadar İslâm inancına taban tabana muhalif inancın sahibi Said Nursi:

Ne yazık, hayret için de görüyoruz ki, hem bu metodu (Cifr) alabildiğine kullanıyor hem de bu işin İslâm dışı bir usûl olduğunu söylüyor. Tıpkı gayb ile ilgili konuda olduğu gibi, doğruyu bildiği halde böyle bir şeye başvurduğunu da maalesef bütün açıklığıyla izah ediyor. Muhyiddin-i Arabî’yi, bir hakikat harikası, aldansa bile aldatmayan, mühim bir meşrep sahibi, yüksek ve kuvvetli bir iman sahibi, hâdî (hidayete ermiş, mürşid, rehber, hidayete erdiren) v.s. iltifatlarıyla tanımladıktan sonra (98) kendisine sorulan cifr ile ilgili bir soruya da şu cevabı veriyor:

“Biz kendi arzu ve tedbirimizle bu hizmette bulunmuyoruz. İhtiyarımızın fevkinde bize daha hayırlı bir ihtiyar işimize hakimdir. İlm-i cifr meraklı ve zevkli bir meşgale olduğundan hakiki vazifeden alıkoyup meşgul ediyor. Hatta kaç defadır esrar-ı Kur’aniye’ye o anahtar ile bazı sırlar açılıyordu. Kemâl-ı iştiyâk ve zevk ile mütecevvih olduğum vakit kapanıyordu. “La ya’lemul ğaybe illallahu” (Gaybı ancak Allah bilir) yasağına karşı edep dışı davranmak ihtimali var. İman ve Kur’an’ın esas hakikatlerini kat’i delillerle ümmete anlatmak ilm-i cifr gibi gizli bilgiler yoluna başvurmaktan yüz derece daha fevkinde ve bir meziyet ve kıymeti vardır. Bu kudsî vazifede kat’i hüccetler ve muhkem deliller su-i isti’male meydan vermiyorlar. Fakat cifr gibi muhkem kaidelere dayanmayan gizli ilimlerin kötü emeller için kullanılma ihtimali vardır…” (99)

Bu tür vasıtalara başvurarak birtakım hâdiselerin beyan edilmesiyle ortaya çıkan gayr-i İslamiliğin o denli alenî olması karşısında şu izahatları da yapmaktan kendisini alamıyor,

“İman hizmetin de bu zamanda binler tahribatçılara mukabil yüzbinler tamiratçı lazım gelirken… halkları ürküttürmek ile manevi kuvveti kırmak cihetiyle ve sebepleriyle… ve bütün o manilere karşı “Risale-i Nûr” şakirtlerinin manevi kuvvetlerinin takviyesine medar ikramat-ı ilahiyeyi beyan ederek “Risale-i Nûr” etrafında manevi bir tahşidat yaptırmak… hikmetiyle bu tür şeyler yazdırılmış… Yoksa haşa kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh etmek ve hodfuruşluk etmek ise, “Risale-i Nûr”un ehemmiyetli bir esası olan ihlas sırrını bozmaktır. Bu benim değil “Risale-i Nûr”un kerametidir. “Risale-i Nûr” ise Kur’an’ın malıdır ve tefsiridir*… Gerçi bu çeşit ikramlar yazılmasa idi daha münasip olurdu. Fakat bu kadar hadsiz karşı gelenler ve çok kuvvetli ve kesretli düşmanlar karşısında bizlere manevi kuvvet ve cesaret ve sebat ve metanet vermek için kat’i mecburiyet oldu bende yazdım…” (100)

*Yalan hadis uydurup bunu da Rasûlullah (s.a.v.)’e nisbet edenlerin de gerekçeleri arasında bu tür savunmalar vardır.

Zaten cefrî (ceffâr)** olan bir insandan bundan başka bir şey beklenilmez.

** Daha çok Şiiler tarafından geleceğe ilişkin haberlerin bildirilmesinde kullanılan cifr (cefr)le uğraşanlara denir (Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.C:7 s.215)

“…Hatta bazen halk arasında dolaşan ve Kur’an-ı Kerim’in şifa ile ilgili âyetlerinin ebced hesabına göre rakamların yazılıp bunlarla yapılan muskalar bulunmaktadır ki, bu rakamların şifa vereceğine inanmak küfürdür. Bu gibi hususlar Hz.Peygamber’in sünnetinde olmadığı gibi ashab, tâbiin ve büyük imamların böyle bir şeye başvurmadıkları ilmen ve tarihen bilinen bir husustur. Ebced hesabına dayanarak ortaya çıkan Hurûfilik, bu işi Kur’an ile fal bakmaya kadar götürmüştür. Bir devlet kuruluşu olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, devletin dini anlayışını yansıtmak üzere 19602larda yayımlanan “Allah Bizimle” adlı bir kitapçıkta ebced hesabı ile Hz. Peygamber (s.a.v.) ile ilgili olan bir âyet, 27 Mayıs 1960 askeri darbesine tarih düşürmeye çalışmıştır. Oysa bu hesaplar, bir israiliyat uydurması olup İslâm ile hiçbir ilgisi bulunmamaktır… İslâm tarihinde ilk kez Yahudiler yapmışlardır.” (Şamil İslâm Ansiklopedisi. Ebced mad.) “Allah hiç kimseye gaybdan haber verme hususunda bir ilim ve yetenek vermemiştir. Yalnız bazı peygamberlere âhiret, melekler ve cinlerle ilgili bilgiler bahşetmiştir ki “Cümmel hesabı” diye isimlendirilen cifr hesabına şiddetle karşı çıkmışlardır. İbn Hacer el Askalânî, buna itimat etmenin caiz olmadığını söyler. İbn Abbas’ın da bu hesabı sihir cümlesinden saydığı nakledilmektedir.” (A.g.e; cifr hesabı.s.307) Bkz: İslâm’da Birlik ve Fıkıh Mezhepleri. M.Reşit Rıza. El-Hüseyni s.51.)
Bu konuda İbn Kesir ise tefsirinde ebced hesabı ile Hurûf-u Mukatta!aya çeşitli manalar vermek isteyenler hakkında gemişçe izahat verdikten sonra şunları söyler: “Bu harlerle vakitlerin bilindiği, olayların, fitne ve savaşların zamanlarının çıkarılacağını öne sürenler ise Kur’an’da olmayan şeyler iddiâ etmekte ve uçulması gerekmeyen yerde uçmaya çalışmaktadırlar.” (İbn Kesir C:2s.146) “Ebcedle ilgili bazı hadislere de rastlanmakta, ancak İbn Teymiyye bunların başlıcalarını verip ravilerini tenkit ederek güvenilir olmadıklarını açıkça ortaya koymuş bulunmaktadır.” (İslâm Ansiklopedisi. Ebced mad.s.68. Bkz; İbn Kesir.C:2s.146; İslâm’da Birlik ve Fıkıh Mezhepleri. M.Reşit Rıza Çev. Ahmet Hamdi Akseki. D. İ. B. Yay. S.39-80)
-Hurûfilik; Harflerden dinsel anlamlar çıkaran bir Alevi tarikatıdır. İran’lı Şihâbeddin Fazlullah Esterâbâdî (1339-1394) tarafından kurulmuştur. Bu inanca göre; “yaratıcı olan harftir.” Yunan Pitagorasçılığına ve Yahudi Kabalasına dayanan fikirlerden etkilenerek gelişmiştir. Hurûfilik konuşan insanı Tanrılaştırır… İnsan konuşan Tanrı, (Kelâmullah-ı Nâtık)dır… Bâtınîlerin Hurûfilik etkisi altındaki görüşleri de şöyledir; Kelime-i Tevhid (La ilâhe illallah) sözü Arap harfleriyle üç harfle yazılır, bunlar da Lam, Elif ve He harfleridir. Bu üç harf aklı, nefsi ve feleki gösterir. Yedi hecedir. Bu heceler insan başının iki gözü, iki kulağı, iki burun deliği ve bir ağzı olmak üzere yedi delikli organlarına işarettir. On iki harfle yazılışı da, insanın on iki organını belirtir. Demek ki, Kelime-i Tevhid, aslında insanı dile getirir ve Allah’ın insanda belirdiğini kanıtlar. Özet olarak denilebilir ki, Hurûfilik anlayışında varlık, harflerle açıklanır. Bu tutum, antikçağ Pitagorasçılığının varlığı sayılarla açıklamasının başka bir biçimidir. Bâtınîliğin temel düşüncesini sürdüren Hurûfilik’te amaç, insandır. İnsanın açıklanması Allah’ı da açıklar. (Tarih Boyunca Alevilik. Tarık Mümtaz Sözengil.Çözüm yay. S.49)

Said Nursi’nin inanışları söz konusu olduğunda ise, maalesef olayı güya ilmi açıdan ele alarak eleştirileri cevaplayan Nurcular’ın verdikleri izahlar daha bir hayret vericidir. Cifr ilminin gayb haberleri(!) konusunda kullanabilirliğine Muhyiddin-i Arabî, Bîstamî ve Konevî’den (101) örnekler getirildikten sonra İslâm inancına ve naslara taban tabana zıt, ilmi dayanaktan yoksun şu alıntı da ayrıca delil olarak verilir:

“…Hz. Ali kıyametin kopacağı ana kadar olacak bütün mühim hâdiseleri ilm-i cifr yoluyla açıklamıştır. Hz. Ali’nin evlatlarının da cifr ve camiayı bildikleri…” (102) anlatılır. Yine “İmam Cafer-i Sadık’ın yazdığı “Cifr” kitabında, ta kıyamete kadar muhtaç olunan her şey o kitapta mevcuttur.” (103) deniliyor.

Cifr’in, Kur’an’ın açık prensiplerine, sahih hadislerin kesin hükümlerine ve sahabi ve onların izleyicilerinin (r.a) yoluna ters düştüğünden bahsedilmezken bizzat bu gayr-i İslâmi işin failleri delil gösterilerek doğruluğu isbata çalışılıyor. Buna da “İslâm Alimlerinin cumhuru ne demişler, onu bilmek lazımdır. Evet cumhur ulemânın fikrinin, Cifr ilmi hakkında müsbet olduğu ileride ispatlanacaktır…”(103) denilerek, hiçbir ciddi dayanağı olmayan çoğu Şia kaynaklarına dayalı ve de sahih olmayan(!) rivayetlerle İmam Ali ve İmam Cafer’e nisbet edildikten sonra, İbn Arabî ve Said Nursi v.s gibilerin cifri kullanmış olması ise, işin meşruluğuna delil getirilmiştir. Oysa söz konusu olan, şayet cifrin İslâm dinindeki yeri ise, esas alınması gereken ölçü Kur’an ve Sünnet olmalıydı. Nurculuğu, Nurculuk tarikatının tasavvuf ölçüleriyle değerlendirilip bu değerlendirmeyle de sonuca; “İslâmidir.” Derseniz bu ne İslâmi olur ne de ilmi bir tarafı olur. Farklı bir açıdan; mahkum hakim yapılarak karar verilir ve buna da ilmi izah denilir(!).*

* Hem “Zahiren ve sarih olarak Cifr ve Ebced’in esasları Kur’an’dan ve hadislerden gelmiş olduğu hakkında kesin bir malumat yoktur.” Diyecek, hem de; “Amma lisan-ı haliyle(!) âyetlerinin ifadelerindeki ima ve işaretlerin remzleriyle; “Evet vardır!” denilebilir…” diyeceksiniz. (Bkz. Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları s.751…) Yine, “Ebced ve cifr ilmiyle elbetteki muhaddisler taifesi, Usûl-i Şeriat uleması sınıfı, fukaha ve müçtehidler grubu veya Kur’an hafızları ve tecvidçiler zümresi ve akide ve ilm-i kelam alimleri herhalde uğraşmış değillerdir. Çünkü; bunların başka işleri ve başka vazifeleri vardır.” Diyeceksiniz. Ve dönüp bu kez de, “O halde bu ilimle uğraşan ehl-i velayet ve tasavvuf denilen gönül ehli taifesidir ki, pek çok rivayetler yazılmış kitaplar bunun delilleridir.” (Risale-, Nûr’un Kudsi Kaynakları s.756.) diye İslâmiliğini ispat etmiş olacaksınız..! Sonra da bizzat Said Nursi’den cifrle yapılmış alıntılar vererek “bakın oluyormuş”a getireceksiniz...!

Cefr ile ilgili sözlerin İmam Cafer-i Sadık’a nisbet edilmesi ve cefrin sıhhatiyle ilgili olarak Muhammed Ebu Zehra şunları söylüyor:

“Biz Cefr ile ilgili sözlerin İmam Cafer Sadık’a nisbetini kabul etmiyoruz. Çünkü Cefr, gayb ilmi ile alakalı bir şeydir. Gayb ilmini ise, Allah kendi zatına hasretmiştir… İmam Cafer’e nisbet edilen Cefr ile ilgili rivayetlerin çoğu el-Kuleynî yoluyla gelmektedir. Bu el-Kuleynî, aynı zamanda İmam Cafer’in Kur’an’da eksiklik bulunduğunu söylediğini de rivayet etmiştir. El-Kuleynî’nin Kur’an ile ilgili bu rivayetinin yalan olduğunu, İmam el-Mardi ve öğrencisi et-Tusi gibi İsnâ-ı Aşeriyye’nin büyük imamları ortaya koymuş ve İmam Cafer’den bu rivayetin tam aksini nakletmişlerdir. Asılsız bir şeyi böyle bir imama nisbet eden kimsenin bütün rivayetleri, hakikat araştırıcıları nazarında kabul edilmeye layıktır… Bana göre Cefr fikrini, İsn’a-ı Aşeriyye mezhebine sokanlar Hattâbîlerdir.” (105)

Cefr hakkında M. Reşit Rıza el-Hüseynî ise şunları anlatıyor:

“Bu hesap Araplara Süryaniler ve İbranilerden geçmiştir… (106) Hafız İbn Hacer diyor ki; Bu batıldır, güvenilecek ve dayanılacak bir söz değildir; çünkü İbn Abbâs (r.a) kesin olarak ebced hesabını menetmiş ve bu hesabın bir nevi sihir olduğuna işaret etmiştir ki doğrudur. Çünkü dinde bunun aslı ve esası yoktur… Halbuki biz, ilim adı verilen bu gibi şeyleri eskiden beri, insanların elindekileri haksız yoldan yemeyi kendilerine meslek seçmiş belli kişilerin inhisarı altında görüyoruz. Öyle ki Avrupa ve Kuzey Amerika’nın birçok yerlerinde bu gibi batıl inançların izleri bile kalmamıştır. Şu halde bunlar büyü ve tılsım çeşitleri arasındadır… Cenâb-ı Hakk hiçbir kimseye gaybı bilmek, ondan haber vermek gibi bir ilim bahşetmemiştir. Yalnız bazı peygamberlerin ahrete, meleklere, cinlere dair verdikleri haberler vardır ki bunlar vahye dayandıkları için sadece bunlara inanır, doğru olduklarını kabul ederiz… Zayiçe, hesap ve kesir yoluyla harfleri değerlendirmek suretiyle gaybtan haber vermeyi gaye edinmiş bir yoldur. Bunu İbn Haldun simya’nın bir kolu saymaktadır. Remilde Zayiçe kabilindendir. Yine İbn Haldun’a göre remli, müneccimlerden bir grup icadedip bunu kum üzerinde yaptıkları için adına “reml yazısı” demişlerdir.”… Din bunları toptan takbih (çirkin görüp beğenmemiş, reddetmiştir) kınamıştır. Ayrıca gayb alemi ile insanlar arasında perde vardır; gaybı ancak Allah bilir.” (107)

Tıpkı “Sufiler delil ikame etmekten münezzehtir…” (108) saçmalığı gibi Nurcular da dokunulmazlık zırhı giyiyor ve Üstadlarını tartışmasız kılıyorlar. Ve şöyle diyorlar: “Bediüzzaman Hazretleri daha çok yüce ve âli makamdan konuşuyor. O makamı bilmeyen ve varlığını hissetmeyen zahirperestler, Hazreti Üstad’ın ne dediğini anlamaz, idrak edemezler… Hem ilmen ve dinen ona karşı gelinmez, onunla başa çıkılmaz diye anlaşıldı.” (109)

***

Konuyu, yaşayan son bir örnek ile tamamlayalım. Bu kadarnı istifade etmek isteyen için kafi görüyoruz.

İmam Ebu Hanife (r.a.) “El-Alim”de şunları söyler:

“Vahiy olmadan kalplerde bulunanı bildiğini iddia eden, Alemlerin Rabb’inin ilmine sahip olduğunu iddia etmiş olur. Kalplerde ve hariçte, Allah’ın bildiğini, kendisinin de bildiği iddiasında bulunan insan, büyük bir günah işlemiş, cehennem ve küfrü hak etmiş olur.” (110)

Yukarıda verdiğimiz gaybla ilgili âyetleri de göz önünde bulundurarak, aşağıdaki ifadelerde, şeyhini vasfedip tanımlayan Esad Coşan’ın (Halil Necatioğlu) izahını siz değerlendirin:

“…İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir. İstemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yere yağar, bolluk onunla beraber gezer, en ücra, en kıtlık yerde o gelince nimet dolardı…” (111)

Mehmed Zahid Koktu ise, Esad Coşan’ın terceme-i hal girişini yazmış olduğu, Ehl-i Sünnet Akaidi derslerinde, “Küfrü Mûcib Sözler” başlığıyla verdiği ve “İnsanı dinden çıkarıyor…” uyarısında bulunduğu maddeler arasında; “Gaybı biliyorum, iddiasında bulunanı tasdik eyleyen.” İfadelerine yer verir. (111)

Şeyhi Mehmed Zahid Kotku’nun izahına göre Esad Coşan’ın veya onun söylediklerine inananların hükmünü varın siz düşünün!..

Aslında ilgili naslar ortadayken artı bir izaha gerek yoktur. Ancak, ölçüsünü sadece Allah ve Rasûlüne göre tutmayan insanların nihayetinde ittiba etmiş oldukları mezhep veya fırkanın prensiplerine de uymadıklarını görüyoruz…

Böylelerinin Allah yanında durumu nedir? Kuşkusuz hesap günü Allah yanında mazeretleri olmayacaktır. Çünkü Allah (c.c) tabi olan ve olunanların durumu hakkında şöyle buyuruyor:

“Evet onlar o gün zilletle boyun eğeceklerdir.”
“(İşte bu duruma düştükleri vakit) onlardan bir kısmı, diğerlerine yönelir, birbirlerini sorumlu tutmaya çalışırlar.”
“(Uyanlar, uydukları adamlara) “Siz bize sağdan gelirdiniz (Sûreti haktan görünürdünüz)” derler.
(Ötekiler de) “Bilakis, siz inanan kimseler değildiniz. Bizim sizi zorlayacak bir gücümüz yoktu. Fakat siz kendiniz azgın bir toplum idiniz.”
“Onun için Rabbimizin hükmü bize hak oldu. Biz (hak ettiğimiz cezayı) mutlaka tadacağız.”
“Biz sizi azdırdık. Çünkü kendimizde azmıştık.”
“Şüphesiz o gün onlar azapta ortaktırlar.” (Saffat/26-33)

Kur’an ve Sünneti esas aldıklarını ve böylelerinin müntesibi olmadıklarını söyleyen, ancak bunların dindeki hükümleri söz konusu olduğunda ise onlara toz kondurmayıp savunanların durumu, Ebu Hanife (r.a.)’ın dedi gibidir:

“Bir kimse “kafiri kafir olarak bilmem” derse, o kafir gibidir.” (113)

İmam İbn Teymiyye bakın böyleleri için ne diyor: “Kendisi için gazaplanıp, Rabb’ı için gazaplanmayan insanlar, yaratıkların en kötüleri olduğu gibi din ve dünya da kendileriyle asla düze çıkmaz.” (114)

Böylelerinin diğerlerinden farkı, nihai yaklaşımları olduğu halde ara düşüncelerinin müslümanca olmasıdır. Bunun ise onlara bir faydası yoktur. Çünkü Allah bizi salt tevhidi kavramakla yükümlü tutmamıştır. Bilakis, tevhidi bir bütün olarak yaşamakla mesul tutmuştur.

“Müçtehid imamların içtihadlarında yanılabileceklerini kabul ediyoruz da, Firavun’u muhakkak mü’minlerden , buzağıya tapanları halis Müslimlerden ve Arap putperestlerini mü’min ariflerden sayan Muhyiddin-i İbn Arabî’nin ve buna benzer yanlışları olan tasavvuf meşhurlarının yanlış yolda olabileceğini neden kabul etmiyoruz? Bunların İslâm inancıyla bağdaşmayan görüş ve düşünceleri gözler önüne serildiği ve naslara aykırılığı gösterildiği zaman neden bu sözlerin İslâm’la bağdaşmadığını söylemiyoruz? Bu nevi sözlerin İslâm’a aykırı olduğunu söyleyip bu gibi şeylerden sakındıran ve emri bil maruf ve nehyi anil münker yapan insanları neden hep bozguncu, şunun bunun münkiri veya şucu bucu olarak niteliyor ve düşman ilan ediyoruz? (115)

Oysa akl-ı selim olarak düşünmemiz, kendimizi nisbet ettiğimiz İslâm’ın emir ve yasaklarına karşı kalbimizi yumuşatmamız gerekmez mi?

“Cahil cehaletinden, alim de korkaklığından susarsa” hak batıldan nasıl ayrışacak? Yeni bir Peygamber mi bekleyeceğiz? Yoksa Mehdi (a.s) inancını sulandırıp, gökten Mehdi’nin inmesini mi(!) isteyeceğiz? Bütün bunlar olmayacağına göre, yapılması gereken; “Ben de Müslümanlardanım” diyerek, kendisine hesap vereceğimiz merciye karşı, muhalefetsiz teslim olmaktır. Bu ise, hak sûretinden gözüküp İslâm dışı inançları bünyesinde barındıran fırka ve şahıslara ittiba etmekle olmaz. Sebep ister cehalet, ister gaflet, isterse ihanet olsun, hak apaçık ortaya konulduktan sonra Kur’an’ın hükümlerine teslim olmayanların Allah yanında bir mazeretleri kalmayacaktır.

Yukarıya aldığımız İslâm dışı yaklaşımların bunlardan ibaret olduğu sanılmasın. (116)

Eserlerinin Allah tarafından indirilme, tanrı kelamı olduğu, Kur’an’ın açık emir ve yasaklarına aleni olarak ters düşen görüş ve düşüncelerinin doğruluğunu, bütün bunların vahiy ile tasdik edildiğini ve birçok Kur’an ayetlerinin açıkça kendilerinden bahsettiğini söylemelerinden sonra doğrusu ayrıntıya gerek görmedik.

İbn Arabî, Celâleddin-i Rumî ve Said Nursi’nin görüş ve düşünceleri, günümüz mutasavvıfları, Nurcular ve hatta üzücüdür ki, kendilerinin Tevhidi inanca nisbet ettiklerini iddia eden (!) bir çok fırka tarafından adı konularak veya konulmadan savunulmaktadır.*

*Belki bu ifadeleri, muhatabı olmadıklarını söyleyerek, kabul etmek istemeyenler olabilir. Ancak şurası unutulmamalıdır ki, kendilerini Nurcu veya tarikat ehli olmadıklarını söyleyerek savunan insanlar bile, Said Nursi’ye veya böylesi düşüncelerin kendisinden sadır olduğu insanlara eleştiriye tahammül edemez ve toz kondurmazlar. Yine İbn Arabî’nin yolunda olmadıklarını söyleyerek kendilerini savunabilecek birçok Nurcu, radikal v.s. denilen kesimler İbn Arabî’nin görüş ve düşüncelerini farklı insanlardan geldiği için rahatlıkla alıp savunmaktadırlar. Bu da gösteriyor ki, görüş ve düşüncelerin doğruluk ve yanlışlığı onlar için o denli önemli değildir. Müntesibi oldukları insandan sadır olması veya kendi nezdlerinde nüfuz sahibi bir insandan sadır olması o sözün kabulü-reddi için yeter gerekçedir. Atalarını buldukları yolu takip edeceklerini söyleyen müşriklere karşı, Allah (c.c.)’nün; “onların sapıklık üzere olmaları halinde de mi?” takip edeceklerini sormasının, Allahu alem muhatapları bunlar da olsa gerek… Hakikatte bu sapık görüşlerden ve de faillerinden beri olduklarını söyleyen ve öyle inanan insanlara yönelik olarak söyleyecek bir sözümüz yoktur.

Hocaefendiler, Efendi hazretleri, Ağabeyler, üstadlar ve daha ne payeler yüklenilmiş din tüccarlarının görüşleri de gerçekte seleflerinden farklı değildir. (117)

Kur’an ve Sünneti esas aldıklarını, böylesi sapık anlayışların müntesibi olmadıklarını söyleyen, ancak bunların dindeki hükümleri söz konusu olduğunda ise toz kondurmayıp savunanların durumu gerçekte bir öncekilerden farklı değildir. Oysa bu sözleri farklı bir isim söylediğin de gösterilen tepki pekâlâ müslümanca olabiliyor. İşte kaygı veren durum da budur. Çünkü gerçekte Yahudileşme temayülü bu noktada başlar. Cezayı gerektiren bir suç karşısında birilerini müstesna kılmanın, geçmiş ümmetlerin helâk sebeplerinden olduğunu unutmamak zorundayız. Aksi taktirde insanları haklı ve de isabetli olarak Yahudileşme ye karşı uyarırken, böylesi bir temayülü gösterme gafletinden de kurtulmamış oluruz.

“…Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu;

“Sizden evvel gelip geçen ümmetleri ancak şu halleri helak etmiştir: Onlar içlerinde şerefli bir kimse hırsızlık yaptığı zaman, onu cezalandırmazlardı, fakat aralarında zayıf olan kimseler çaldığı zaman o zayıflara ceza verirlerdi. Allah’a yemin ederim ki, şayet Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık etse, hiç tereddüt etmeden muhakkak onun elini de keserim.” (118)

Bel’am’lar, Kur’an’ın, sadece teberrüken okunduğunu, hükmetmek için okunmadığını söylediklerinde, en ufak bir rahatsızlık duymayanlar… Dinlerine küfredilmesini spor takımlarının, şarkı müsabakalarının sonucu kadar dahi umursamayanlar… Hakkı bâtıl ile örtmeye kalkanlar… Bu halleriyle bile kendilerini İslâm’a nisbet edenler… Ve daha ne zulümler… Evet bütün bu durumların varlığı…

Yeniden İslâmi dirilişin zaruretini tasavvurların da ötesinde, elzem kılmaktadır. Uyanışı “İslâmi” olması “Dini doğru anlamakla” mümkündür.



DİPNOTLAR

12 - Fusûsül Hikem. Muhyiddin-i Arabî. M.E.B Çev:Nuri Gençosman s.20

13 - El Futûhât El-Mekkiyye. Muhyiddin-i İbn Arabî. Kültür Bakanlığı/1184
Çev: Prof.Dr.Nihat Keklik divandan nakille s.455

14 - El Futûhât El-Mekkiyye.S.19

15 - El Futûhât El-Mekkiyye. S.25

16 – Said Nursi benzer ifadeleri Ebu Talib için anlatıyor. Mektubat.s.366

17 - Fusûsül Hikem.s.83,93,95,104,190

18 - Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.118

19 - Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.118

20 - Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.120

21 - Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.118

22 - İman Üzerine. İbn Teymiyye, Pınar Yay.s.77

23 - Buhari.C:7 s.3331,3332

24 - İman Risalesi. M. İslâmoğlu. S98,99; Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf
ve İslâm.s.154-155,193; İbn Arabî ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: İmam İbn Teymiyye
Külliyat C:2s.163

25 - İman Üzerine, İbn Teymiyye, Pınar Yay. S.192; Teorik ve Pratik Açıdan
Tasavvuf ve İslâm.s.193; Bkz: Said Nursi’nin; vahyin vasıtalı ilhamın vasıtasız
Oluşuna dair görüşleri. İlmi ve Hukuki Açıdan Nurculuk Davası. Said Nursi. S.291

26 - Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.193;

27 - Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.125,126

28 - İman Üzerine. İbn Teymiyye, Pınar Yay. S.193

29 – Mevlânâ. Mesnevî. M.E.B. Çev.Veled İzbudak. İst.1990

30 - Vahiyden Kültüre. Celaleddin Vatandaş, Pınar Yay. s.237 (Esed’den/363)

31 - Vahiyden Kültüre. Celaleddin Vatandaş, Pınar Yay. s.236,237 (Eflaki’den/2/67,70)

32 - El Futûhât El-Mekkiyye. S.25

33 - Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.S.160 (Dr. Mustafa Galveş,
et-Tasavvuf fi’l- Mizan, 100-101’den)

34 - Ahmet Kisravi. Edebiyat Üzerine. s.78. Perçem Yay. 4.baskı. (Farsça)

35 - Sikke-i Tasdik-i Gaybi. Bediüzzaman Said Nursi. Doğuş ltd. Mat.1959. Ankara.
Bkz.s.12,13, 52,53,131, Mektubat.Bediüzzaman Said Nursi. Tenvir Neşriyat.İst.s.424,425. Lem’alar.
Bediüzzaman Said

36 - Sikke-i Tasdik-i Gaybi. s.30,93,192;Şualar/234; Asâyı Musa s.7;… Bu konu hemen tüm eserlerinde
Sıkça vurgulanır.

37 - Sikke-i Tasdik-i Gaybi. s.103,108,109; Şualar. S.587,590,591,592;..

38 - Sikke-i Tasdik-i Gaybi. s.30; Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları.s.787

39 - Yeni Lügat. “Tâdât” mad.

40 - Şualar. s.592; Asâyı Musa s.7; Sikkei Tasdiki Gaybi. Sekizinci şua.; Risale-i Nûr’un
Kudsi Kaynakları s.790,792

41 - Sikke-i Tasdik-i Gaybi. sekizinci şua.

42 - İslâm İnancında Gayb Problemi. s.103

43 - Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.95

44 - Şualar. s.588,590; Sikke-i Tasdik-i Gaybi. s.101 (sekizinci şua); Bkz: Risale-i Nûr’un
Kudsi Kaynakları. Abdulkadir Badıllı. s.749

45 - Şualar. s.588,590; Sikke-i Tasdik-i Gaybi. S.108,109; Risale-i Nûr’un
Kudsi Kaynakları s.788;…

46 - Mektubat. S.424,425; Lem’alar. S.38-45,299,300(9. ve 28. Lem’alar) Bkz. Teorik ve
Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm s.259,261

47 - Sikke-i Tasdik-i Gaybi. s.122

48 - Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm s.260,261,155 (Bkz:Lem’alar.s.38-45,299,300-9.ve 28. Lem’a; Mektubat.s. 424,…)

49 - Lem’alar.s.45

50 - Sikke-i Tasdik-i Gaybi s.61; Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları. s.790; Hakkın Müdafaası Sabahaddin Aksakal Yeni Asya yay.s.214 – 227; Bkz. Diyanet vakfı.ısl. Ans.C:7 Cefr Mad. S.215;C:10 Ebced Mad. S.68; Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları. s. 790-792…

51 - Tarihçe-i Hayat, Said Nursi, s.65; İthamları Reddediyorum. S.206 Av. Bekir Berk. Yeni Asya yay. Türkiye’de Nurculuk Davası Bekir Berk. S.263; İlmi ve Hukuki Açıdan Nurculuk Davası. Av. Bekir Berk s.263. (1911/İst. Divan-ı Harbi Örfi’den nak.);

52 - İthamları Reddediyorum. s.206 (1913/İst.Münazarat’tan nak.)

53 - Tarihçe-i Hayat,.467,530

54 - Bkz: İthamları Reddediyorum. s.205-207; Türkiye’de Nurculuk Davası. S.263; İlmi ve Hukuki Açıdan Nurculuk Davası. s.263.

55 - Bkz. Tarih Boyunca Tevhid Müc. ve Hz.Peyg. Hayatı, Mevdudi, Pınar Yay. C.2 s.86

56 - Bkz. Tarih Boyunca Tevhid Müc. ve Hz.Peyg. Hayatı, Mevdudi, Pınar Yay. C.1 s.306

57 - Bkz: Tarihçe-i Hayat, s.65; İthamları Reddediyorum. s.206

58 - El – Muvâfakât C:1 s.42, 165

59 - Tarihçe-i Hayat s.67-68; İthamları Reddediyorum. s.291-293; Türkiye’de Nurculuk Davası. s.249,257,273; İlmi ve Hukuki Açıdan Nurculuk Davası. s.249,257,273

60 - Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi. C:2.s.314

61 - Tarihçe-i Hayat s.138-140; Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi. İsmail Kara. Risale yay. 2.cilt s.397-399; Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi. Necmettin Şahiner. s.392,393

62 - Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi. s.363 (Emirdağ Lahikası C:2 s.16’dan)

63 - Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi.C:2 s.314,315; Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi. s.392,393

64 - Tarihçe-i Hayat s.590-593 (Said Nursi’nin Menderes’e yazdığı mektup)

65 - Tarihçe-i Hayat.s.221; İşarâtü’l İcaz. s.331,332

66 - Risale-i Nûr Müellifi Said Nursi. Eşref Edip.s.47

67 - Tarihçe-i Hayat s.230,231

68 - Tarihçe-i Hayat s.249

69 - Asa-yı Mûsa.s.82

70 - Asa-yı Mûsa.s.85

71 - İşarâtü’l İcaz.s.336

72 - İşarâtü’l İcaz.s.333; İlmi ve Hukiki Açıdan Nurculuk Davası. s.369, Türkiye’de Nurculuk Davası s.369.

73 - Asa-yı Mûsa.s.85

74 - Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.S.35,36,230-232

75 - Sikke-i Tasdiki Gaybi gir. Böl.; Tarihçe-i Hayat s.600; İthamları Reddediyorum. s.52,220; İlmi ve Hukiki Açıdan Nurculuk Davası. s.288; Türkiye’de Nurculuk Davası s.288

76 - Tarihçe-i Hayat. s.600

77 - Buhari.C.2 s.831,988

78 - Buhari.C:3 s.1014, 1015,1031,1021,1022,1034; C:7 s.3018

79 - Sikke-i Tasdiki Gaybi gir. Böl. (Mustafa, Rüştü, Lütfi, Hüsrev, Bekir ve Refetin tesbitleri.)

80 – Bkz: İslâm İnancında Gayb Problemi. s.55

81 – İthamları Reddediyorum. s.216 (Mülakat, Nurculuk Hakkında, Erzurum, 1964, Hürsöz Yay. s.34’ten alıntı ile) s.292 (İlmi ve Hukiki Açıdan Nurculuk Davası, s.268’den alıntıyla)

82 - İthamları Reddediyorum. s.217—218 (Mektubat’tan alıntılanmış.); İlmi ve Hukiki Açıdan Nurculuk Davası. 268;273; (Türkiye’de Nurculuk Davası. s.268;273); Tarihçe-i Hayat.s.223

83 - Tarihçe-i Hayat.s.223

84 - İthamları Reddediyorum. s.217-218 (Mektubat’tan alıntılanmış.); İlmi ve Hukiki Açıdan Nurculuk Davası. s.268,273); Tarihçe-i Hayat.s.223

85 - Bkz: İlmi ve Hukiki Açıdan Nurculuk Davası. 220… (Türkiye’de Nurculuk Davası. s.220…) Bu konuda ithamları red bağlamında yazılmış kitaplara, savunmalara, mahkemelerdeki savunmalara bakılabilir.

86 - İslâm İnancında Gayb Problemi. s.173

87 - Asayı Musa.s.76…; Sikke-i Tastik-i Gaybi. “Karadağın bir meyvesi” ismiyle yazılan böl…; İthamları Reddediyorum. s.46..; Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları s.783…

88 - Sikke-i Tastik-i Gaybi, Saidi Nursi, s.132

89 – Buhari/ 2/990, 8/3748, 9/4352,4353, 10/4657, 16/7254,…

90 - İbn Kesir. C:11 s.6171; Buhari/C:16 s.7254;Müslim/İman.

91 – Müslim/İman

92 – İslâm Ansiklopedisi C:7 cefr mad…s.217

93 - Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.95

94 – Zülfikar Mecmuası. Fihriste-i Rumûzat-ı Semâniye. 29.Mek. 8.Kıs. 8.Remz. (Risale-i Nûr Külliyatı. Bediüzzaman Said Nursi. C:2. s.2321 Yeni Asya yay. ist. 1996); Bkz: Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları s.773-783

95 - İslâm Ansiklopedisi C:10 ebced mad.s.70 Bkz; Said Nursi’nin Şualar. s.234-236,572-594; Sikke-i Tasdiki Gaybi. Birinci şua; Hakkın Müdaafası. 214-227 ve diğer eserleri…

96 - Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları s.790,792

97 - Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları s.791

98 - Lem’alar.s.39,45

99 - Lem’alar.s.41 (Dokuzuncu Lem’a); Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları s.760

100 - İlmi ve Hukiki Açıdan Nurculuk Davası s.287; (Türkiye’de Nurculuk Davası s.287.)

101 - Sadreddin el-Konevi’nin vefatından önce tasavvuf ve İbn Arabî’nin felsefesinden ve Vahdet-i Vücût’tan uzaklaştığı, reddettiği, ömrünün son yıllarını Kitap ve Sünnetle geçirdiğine dair rivayetler için bak: Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm. S.129,130

102 - İlmi ve Hukiki Açıdan Nurculuk Davası. s.378…; Türkiye’de Nurculuk Davası. s.378…

103 - Bkz: Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları. Abdulkadir Badıllı. Envar Neşriyat. s. 764

104 - Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları. Mukaddime böl.

105 - İslâm’da Fıkhî Mezhepler Tarihi. Muhammed Ebu Zehra. Hisar yay.s. 178,179

106 - Bkz: Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları. s.749

107 - İslâm’da Birlik ve Fıkıh Mezhepleri M: Reşit Rıza el-Hüseyni. S.49,51,61,74,79,80. Bkz. İbn Haldun. Mukaddime C:3 s.20…

108 – El-Futûhat El-Mekkiyye. S.25

109- Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları s.774,775

110 - El-Alim vel-Müteallim s.22 (Beşeseri)

111 - Mehmed Zahid Kotku’nun Ehl-i Sünnet Akaidi’ne yazmış olduğu terceme-i hal girişinden, s.XV

112 - Ehl-i Sünnet Akaidi. Mehmed Zahid Koktu. s.134

113 - El - Fıkhul-Ebsat, s.40 (Beş eseri)

114 - Siyaset, s.88

115 - Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s. 252

116 - Ayrıntılı bilgi için öncelikli olarak bu muharriflerin kendi kitaplarına ve kaynaklar arasında bildirilmiş olunan savunma içerikli kitaplara bakılmasında fayda vardır. İstifade ve çok daha fazla örnek için şu kitaplara da bakılabilir: Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.Prof. Dr. İbrahim Sarmış. Tasavvuf ve İslâm. Ercümend Özkan; D.V İslâm Ansiklopedisi,. C:7,10 Ebcet ve cefr mad; Vahiyden Kültüre. Celaleddin Vatandaş. Pınar Yay. Tevhid ve Değişim. Celaleddin Vatandaş, Pınar Yay. Vahye Göre Büyük Zulüm. M. Said Çekmegil;…

117 – Örnekler için bak: Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm. Prof. Dr. İbrahim Sarmış; Tasavvuf ve İslâm. Ercümend Özkan; Vahye Göre Büyük Zulüm. M. Said Çekmegil;…

118 – Buhari/Kitabu’l-Enbiyâ.142



DİNİ DOĞRU ANLAMAK – AHMET Y. ÖZÜTOPRAK

 
  Toplam 189176 ziyaretçikişi burdaydı!  
 
islamakidesi.tr.gg
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol