İslam Akidesi
  HULÜL İNANCI
 

HULÜL (VAHDET-İ VÜCUD)




HULÜL: Bir şeyin mevcudiyetinin diğerinin mevcudiyeti ile aynı olması manasındadır. İlahi zat’ın veya sıfatların, yaratıklardan birine, bir kısmına, yahut tamamına intikal edip, onlarla birleşmesi, Allah’ın insan veya başka bir maddi varlık görünümünde ortaya çıkması diye tanımlanmıştır. [1]

İslam’ın bütün sapık ve hurafe dolu inançları silerek yerleştirdiği tevhid inancı içerisine İslam’dan önceki sapıklıkların tekrar sokulmak istenmesinin en büyük nedeni saf ve temiz tevhid inancı içerisine batıl inançların sokularak İslam’a zarar verilmek istenmesidir. Ayrıca bu noktada dosdoğru yol üzerine oturacağını söyleyen şeytanın müdahalesiyle hak zannedilip dalalete düşülen meseleler insanların her geçen gün sapıtmalarına neden olmuştur.

Geleneksel dinlerden tek tanrılı dinlere kadar geniş bir inanç kuşağında ortaya çıkan hulül kavramı insan üstü ilahi bir kudretin belli bir amaç doğrultusunda, çoğunlukla insan, bazen de hayvan suretinde tamamen veya kısmen yeryüzünde görünmesini (bedenlenme) ifade eder.

Bu tanımıyla Hulül basit bir şekil değiştirmenin ötesinde ilahi iradenin bilinçli olarak kendini göstermek üzere her hangi bir varlığın bedenini seçmesiyle ilgilidir. İlk şekli animistik dinlerde ortaya çıkmış olmakla birlikte, Hulül inancı gerçek önemine özellikle Hinduizm ve Hıristiyanlıkta kavuşmuştur. Bununla birlikte eski Mısır’dan Grek’lere kadar pek çok dinde görülmektedir. [2] Eski Mısır’da firavun genellikle Tanrı Horos’un bedenlenmiş hali olarak düşünülürdü.

Hıristiyanlığa göre Tanrı insanlığı kurtarmak amacıyla Nasıra’lı İsa’nın kişiliğinde bedene bürünmüştür.

Hulül inancının köklerini esli İran ve Hint dinlerine Zerdüştilik ve Budizm’e dayandıranlar bulunduğu gibi Sâbiler ve firavunlar tarafından ortaya atıldığını kabul edenlerde vardır.

Kaynaklarda Müslümanlar arsında Hulül inancını benimseyen ilk kişinin ilâhi bir cüzün Hz. Ali’ye ve onun soyundan gelen imamlara intikal ettiğini iddia eden Abdullah ibn Sebe’nin olduğu belirtilir.

Bu inanca göre Allah’ın nurdan oluştuğunu ve bu nurun bir birini takip eden imamlara geçtiğini savunan Ebu’l Hattab El-Esedi tarafından geliştirilmiş ve İslam âleminde yayılmıştır. Daha sonra teşekkül eden aşırı Şii fırkalarda Hulül ilkesi ortak bir inanç haline gelmiştir. İbn Haldun Hulül inancının bu aşırı fırkalar aracılıyla bazı sufilere taşındığını ve bu çevrelerde taraftar bulduğunu kaydetmektedir.[3]

HULÜL İNANCI İKİ GURUPTA TOPLANMIŞTIR.

1-MUTLAK HULÜL: Allah’ın zâtıyla beraber her şeye hulül ettiğini ve her şeyde bulunduğunu kabul eder.

Tasavvufta seyri süluk merhalelerini aşarak fenafillah mertebesine erenlerin Allah’tan başka hiçbir varlığın bulunmadığını tecrübe ile bildiklerine ilişkin düşüncelerini açıkça beyan ederler. Yine sufiler vâcip varlığın mutlak ve tek mevcut olduğunu, tabiatta görülen çokluğun insanın varlığı eksik algılamasından ibaret bulunduğunu söylemişlerdir.

2- MUAYYEN HULÜL: Allah’ın zâtı ve sıfatlarıyla muayyen bir şahsa yahut belirli bir nesneye intikal ettiğini kabul eder. Hıristiyanların Hz. İsa, aşırı Şii’lerin imamları hakkında, bazı sufilerinde şeyhleri hakkında benimsedikleri inançlar bu tür hulül’e örnek olarak gösterilir. [4]

Vahdet-i vücut anlayışını Allah - alem ikiliğini kesin çizgilerle ayıran açık anlamlı naslarla bağdaştırmak mümkün değildir. Ayrıca dinde her şeyin bir temeli ve dayanağı olması gerekir. Nitekim Cenab-ı Hak (c.c.) şöyle buyurur.

لِيَهْلِكَ مَنْ هَلَكَ عَنْ بَيِّنَةٍ وَيَحْيى مَنْ حَىَّ عَنْ بَيِّنَةٍ

“helak olan apaçık bir delille helak olsun ve yaşayanda apaçık bir delille yaşasın” [5]

يَخَافُونَ رَبَّهُمْ مِنْ فَوْقِهِمْ

“ Üstlerinde olan Rablerinden korkarlar.” [6]

سَبِّحِ اسْمَ رَبِّكَ الْاَعْلى

“ En üstte olan Rabbini adını tesbih et” [7]

سُبْحَانَهُ وَتَعَالى عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَبيرًا

“Allah onların, iddialarından münezzehtir, Son derece Yücedir, Uludur.” [8]

سُبْحَانَ اللّهِ عَمَّا يَصِفُونَ

“Allah onların iddia ettikleri şeylerden münezzehtir, çok yücedir.”[9]

Bu anlayış İbn Arabi ve Hüseyin b. Mansur El-Hallac ile iyice karmaşık bir hal almıştır. Bu anlayışın izahatı açısından birkaç örnek verelim.

“Kamil arif, tapılan her şeyin hakkın açığa çıktığı ve kendisinde hakka ibadet edildiğini görendir. Onun için tapılan bu tanrılara taş, ağaç, hayvan, insan, yıldız, melek gibi özel isimi yanında tapanlar onlara ilah adını vermişlerdir.” [10]

“ Varlığımız onun varlığıdır. Varlığımız açısından biz ona muhtaç, nefsinde zuhur için o bize muhtaçtır. Sen ahkamla onun gıdası, o’da varlıkla senin gıdandır. Senin özelliğin ne ise onun özelliği odur. Emir ondan sana olduğu gibi, senden de onadır. Ne var ki; sen mükellef diye adlandırılıyorsun. Gerçi halinle sen ona “beni mükellef kıl” dediğin için seni mükellef kılmıştır. Ama o mükellef diye isimlendirilmez.”

“O bana hamleder ben ona hamlederim. O bana ibadet eder, ben ona ibadet ederim.” [11]

“Hakkın yaratıkların sıfatlarıyla ortaya çıktığını görmüyor musun? Bunu kendisi belirtmiştir. Noksanlık ve kötülük sıfatlarıyla ortaya çıktığını da kendisi ifade etmiştir. Yaratıklarında baştan sonuna kadar hakkın sıfatlarıyla ortaya çıktığını görmüyor musun? Yaratıkların sıfatları onun için hak olduğu gibi, onun sıfatları da yaratıklar için haktır.” [12]

"Her şeyin haddi (tarifi) aynı zamanda Hak’kın tarifidir. Yaratıkların ve eserlerin musemmalarında (isimlerinde) sirayet etmiştir. Görende görülende O’dur. Alem o’nun suretidir. Alemin ruhu ve yöneticisi de o’dur.” [13]

Hüseyin b. Mansur el-Hallac’ın o çok meşhur olmuş “Enel Hak” (ben Allah’ım) sözü bu felsefenin ifadesidir. Yani Allah’ın kendisine hulül etmiş olduğunu ve varlığının Allah’la özdeş hale geldiğini iddia etmektedir.

Görüldüğü gibi bu anlayışın nasıl sapık bir anlayış olduğunu görmek için Allah’ın Kur’an’da kendisini tarif ettiği ayetlere, ve de peygamberin Rab tarifine baktığımızda kesinlikle bu tip tariflere rastlanılmamaktadır. Ancak bu fikirlerin sahiplerinin dalalete saplanıp kaldıkları ve içerisinde çırpındıkça sapıttıkları gayet açık bir şekilde görülmektedir. Burada asıl şaşkınlık verici olan bu fikir akımının nasıl olup ta yüz yıllarca Müslümanlar içerisinde kabul gördüğü ve taraftar bulduğudur. Üstelik bu anlayışa sözüm ona bazı ilim sahipleri tarafından da olmadık deliller bulmaya çalışmak suretiyle sahip çıkılmasını “Allah hidayet vermedikçe ne ilim nede akıl hiçbir kimseyi hidayete erdirmiyor.” diye izah etmek yanlış olmaz.

İbadet ve îtikat alanında ümmetini aydınlatan, gizli bir şey bırakması risalet göreviyle bağdaşmayan ve bu nedenle ümmetinin bilmesi gereken her şeyi açıklayan peygamberimiz her konuda uyarıda bulunmuş ve buna rağmen ümmeti hakkında korktuğunu şöyle ifade etmiştir.

Ebu Said el-Hudri’nin bildirdiğine göre: “Sizden öncekilerin izlerini kuşkusuz karış karış, arşın arşın takip edeceksiniz. Onlar bir kertenkele deliğine girmiş olsalar, siz arkalarından gideceksiniz.



Dedik ki;Yahudi ve Hıristiyanlar mı?

Ya kim olabilir? Dedi. [14]



DİPNOTLAR
--------------------------------------------------------------------------------

[1] İslam Ansiklopedisi hulül-340

[2] A.g.e.

[3] Mukaddime II/809

[4] A.g.e.

[5] Enfal 8/42

[6] Nahl 16/50

[7] A’la 87/1

[8] İsra 17/43

[9] Saffat 37/159

[10] Fususu’l Hikem 1/195

[11] A.g.k. 1/83

[12] A.g.k. 80 El-Halebî baskısı.

[13] A.g.k 1/192

[14] Buhari

 
  Toplam 189221 ziyaretçikişi burdaydı!  
 
islamakidesi.tr.gg
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol